-->

9 Ocak 2010



Çarşamba günü oynanacak Fenerbahçe - Tokatspor, Ziraat Türkiye Kupası maçına, Avea sponsorluğunda iki adet Türk Telekom tribünü bileti veriyoruz. Bir bilet bugün. Bir bilet yarın. İlk soru akşam 19.00'da.

Fenerbahçe'nin Tokatlı futbolcusu kimdir?

Cevapları, yorum bölümüne bırakabilirsiniz.

İlk bileti kazanan memduh95 oldu. İletişim bilgilerini göndermesini rica ediyoruz.

İkinci soru da aşağıda:

Tokatspor hangi yıl kurulmuştur ve maçlarını oynadığı stadın adı nedir?

İkinci bileti Ozan Yaman kazanmıştır. Bu arada memduh95 hakkını devrettiği için ilk biletin yeni sahibi theselfish olmuştur. İkisinin de iletişim bilgilerini rica ediyoruz.



Afrika Uluslar Kupası daha başlamadan olan oldu. Togo Milli Takımı'nın içinde bulunduğu otobüs silahlı saldırıya uğradı. Saldırı'nın yapıldığı yer Cabinda. Haritanın sol üst tarafında kalan ufak bölge. 350000 civarı nüfusu var. Angola'nın diğer topraklarına kara bağlantısı yok. Kongo ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti topraklarının arasında kalıyor. Angola hakimiyetini kabul etmiyor ve bağımsızlık talep ediyorlar. Bölgede, yılda kişi başı 70000$ civarında petrol üretimi yapılsa da fakirlikten kırılıyorlar. Zira petrolün gelirini uluslararası şirketler, vergisini de 1975'de bölgeyi işgal eden Angola alıyor. Afrika'dan bildik, tanıdık manzaralar...

2006'da direnişçilerle Angola arasında bir anlaşma sağlansa da bazı gruplar, bu anlaşmayı tanımıyor ve eylemlerine devam ediyorlar. Hatta bu saldırıyı üstlenen örgüt de, Afrika Futbol Konfederasyonunu bir çok kez, buranın halen savaş halinde bir bölge olduğu konusunda uyardıklarını açıkladı. Üstüne üstlük devamının da geleceğini belirtmişler.

Şimdi, hem haritaya baktığımızda, hem de olayın arka planını incelediğimizde, ortaya bir acayiplik çıkıyor. Cabinda'da maç oynatmanın akıllı işi olmadığı apaçık ortada. Coğrafi olarak da, siyasi olarak da saçmalık. Şu koca haritada başka yer mi yoktu yani? Belli ki Angola hükümeti, burada savaş mavaş kalmadı, Cabinda benim toprağımdır diyerek, kendini kanıtlama çabasına düşmüş. Gerçekten çok iyi düşünmüşler! Birisi de çıkıp, siz ne yapıyorsunuz dememiş. Aferin!



Galatasaray camiasının içinde senelerdir gündem olan bir konudur lisecilik. Galatasaray Lisesi mezunları, hem kulübün kökenini oluşturmaları, hem de üyelik ücretlerinin diğer kişilere göre çok daha düşük olması sebebiyle kulüp içerisinde zamanla önemli bir ağırlığa erişmişler.

Böylece ortaya hem sayıca fazla, hem de lobi olarak kuvvetli bir grup çıkmış. Doğal olarak, kulüple ilgili bir çok konuda en önemli söz hakkı onların ellerinde. Ancak, en önemli konu tabii ki başkanlık seçimi. Zira liseliler her zaman için kulübü, bir Galatasaray Lisesi mezununun yönetmesini ister.

Bu istek, camianın geri kalanından sıkça tepki çekmiş ve liseliler şovenist bir tutum sergilemekle suçlanmıştır. Burada liseliler doğru yapıyor veya yanlış yapıyor gibi bir iddiada bulunmayacağım ama şahsen onlara hak vermek zorundayım.

Ben de yüzyıldan fazla mazisi ve geleneği olan benzer bir lisenin mezunuyum. Bu tarz liselerin hepsinde durum budur. Gerek okurken, gerek mezun olduktan sonra her konuda, her zaman birbirini savunur ve kollarsın. Üniversite dört yıllık bir zorunlu eğitim halini alır. Çünkü bundan sonra hiçbir üniversitenin, senin lisenin yerini alamayacağına, sana bilgiden başka hiçbir şey veremeyeceğine inanırsın.

Bugün, bir Galatasaray Lisesi mezununun karşısına X lisesinden çıkma, Boğaziçi mezunu, Harvard masterlı birini ve Galatasaray Lisesi'nden sonra öğrenim hayatını kesmiş, üniversite okumamış birini koyun. Çok spesifik konular dışında kendinden olanı seçecektir. Onunla aynı ortamı solumamış olanın, vizyonunun, doluluğun ve sosyal özelliklerinin Galatasaray Lisesi mezunundan daha üst seviyede olacağına ihtimal bile vermez.

Bu yüzden ne olursa olsun, yüz sene de geçse liseliler, her zaman Galatasaray'ı kendilerinden olan birinin yönetmesini isteyecektir. Bu durum hoşunuza gidebilir veya gitmeyebilir ama maalesef değiştirilemez. Her zaman diğerlerine karşı bir önyargıları, acabaları olacaktır. Onlar için Galatasaray Lisesi mezunu olmayan birinin, kulübü kendilerinden daha iyi yönetebilme ihtimali bulunmamaktadır.

6 Ocak 2010



Empati bu topraklarda en nadir rastlanan duygulardan birisi. Hatta bu sebeple de empati yeteneği adını almıştır. Empati kurabilen az sayıda insan yetenekli olarak adledilmiştir.

Şahsen, rakip takım taraftarlarının, birbirlerinin semtlerine, tuttukları takımı belli edecek en ufak bir simgeyle giremedikleri, girmeye çalışsalar öldüresiye dövülecekleri bir ortamda büyüdüm.

Bu yüzden, İstanbul'a taşındığımda ilk kez Kadıköy'de Galatasaray formalı insanlar gördüğümde çok şaşırmıştım. Zaman içinde kanıksadım tabii ki. İstanbul gibi bir yerde bu kadar çok sayıda insanın zaman içinde grift bir yapıya bürünmesi normaldi.

Ancak bu durum, bazı hassasiyetlerin ortadan kalkmasını gerektirmiyor tabii. Örneğin, maç günü Nazlı'nın önünden geçen bir Galatasaray atkılı, Kazan'da maç izlemeye çalışan Fenerbahçeliler ya da Arda'nın tepki gösterdiği Fenerbahçe marşı. Bunlara tepki göstermemek mümkün mü?

Şu olayda Arda'nın nasıl haksız bulunabildiğini gerçekten anlayamıyorum. Kimse kusura bakmasın ama o pozisyonda bu cep telefonu olayına tepki göstermeyenin Galatasaraylı'lığından şüphe ederim. Bahsi geçen yerin Florya olduğunun farkında değiliz galiba. Ne yapacaktı Arda? Kafasını eğip, duymazlıktan mı gelecekti?

Şu adama huzur verin artık. Bırakın da topunu oynasın. Nefes alsa yanlış aldı diyeceksiniz yakında. Ayıptır...

5 Ocak 2010



İlk devre itibariyle 1. Lig'in ilk altı sırasında İzmir'in tam üç takımı var. Üçte üç... Peki bu üçlüden kaçı Süper Lig'e çıkar? Büyük muamma. İzmir'de her sene bu dönemlerde oynanan tiyatro yine kapalı gişe. Devekuşları kafaları gömdü. Sezon sonunda bu üç takımdan yine hiçbiri çıkamazsa, veryansın edecek, ah şu İzmir futbolu diye nutuk atacak, faturayı taraftarlara, futbolculara, teknik direktörlere kesecek olan ikiyüzlüler saklandılar birer köşeye, gıkları çıkmıyor.

Altay, Bucaspor, Karşıyaka... Üçü de ekonomik olarak bitik durumda. Altay ve Karşıyaka'nın transfer yasağı var. Altay borçların ötelenmesi ihtimaline karşın transfer görüşmelerini sürdürüyor ama alacaklıları ikna etmek çok da kolay olacak gibi görünmüyor.

Karşıyaka'da yaprak kımıldamıyor. Yasağı kaldırmak için en ufak bir girişim yok. Her fırsatta şampiyon olunacağını iddia eden yönetimin, kulübün adıyla rant sağlamak ve daire satmaktan başka bir derdi olmadığı iyice su yüzüne çıktı. İnandırıcılığı sıfıra düşen müteahhit Akif Ersezgin ve tayfasına tek inananın Selçuk Yaşar olması da oldukça acı.

Bucaspor ise bence en kendini kaybetmiş durumda olan kulüp. Mehmet Batdal'ı 500.000TL'ye satmaya çalışıyolar. Anlıyorum nakit sıkıntınız büyük ama Mehmet Batdal gibi bir oyuncuyu, bu kadar azmış bir piyasada şu parayı verene yollayacaksınız, bırakın yükselmeyi, bu ligde olmayı bile hak etmiyorsunuz demektir.

Yerine de Kazakistan'dan Zhambyl Kukeyev'i alacaklarmış. Resmi siteden milli golcü olarak lanse etmişler de orta saha oyuncusu olduğunu öğrendiklerinde tepkileri ne olacak çok merak ediyorum.

Tepkim, kulüplere değil aslında; çok bilmiş İzmir kamuoyuna. Rakipler bir bir transferlere başlarken, bir kişi de çıkıp, şu kulüplere sahip çıkalım, yardım edelim, geride kalmasınlar demiyor. Geçen sezon ilk yarıyı 3. bitiren ve yine transfer yapamayan Karşıyaka'nın akıbetini, final maçında bir Erhan Küçük'e teslim oluşunu bu kadar çabuk mu unuttuk?

Bence mevcut kadrolarla üç takımın da ilk iki şansı bulunmuyor. İlk altı bile zor. Altay, orta sahaya ve hatta son sakatlık haberlerinden sonra forvete, Karşıyaka ve Bucaspor da defansa kesinlikle takviye yapmak zorunda.

Eğer bu transferler yapılmaz ve sezon sonunda bu üç takım da 1. Lig'de kalırsa, bir tane İzmirli iş adamı çıkıp da, işte her sene aynı, böyle olmuyor, kökten değişim lazım, birleşme düşünülmeli tarzı şeyler söylerse bu sefer kızılcık sopasıyla kovalarım.

4 Ocak 2010



İşte böyle zamanlarda anlıyoruz üç büyük mü var, beş büyük mü var? Ya da büyük müyük yok da herkes küçük hesapların peşinde mi?

Şu Semih'in çektiğini kimse çekmedi. Tesbihe merakı olsa, memlekette oltu taşı kalmazdı. Kim bilir Saraçoğlu'nda kaç koltuk eskitti; kaç farklı kulübe gördü? Lüle lüle saçları vardı, yedekti. Keli çıktı hala yedek.

Ara sıra içerlendi tabii ama hiç isyan bayrağını çekmedi. Her zaman görev verilmesini bekledi. Hatta gol kralı bile oldu. Peki karşılığında ne kazandı Semih? Onun yürekten Fenerli olduğunu anlatan, Genç Fenerli Semih lakabından başka hiçbir şey.

Ama öküz öldü ortaklık bozuldu. Semih ilk kez, son derece haklı bir şekilde isyan etti ve ona bugüne kadar bu formayı çok görenler, lakabını da çok görmeye başladı. Genç Fenerli Semih oldu hain Semih. Neymiş, Semih para kazandırmadan kulüpten ayrılacakmış.

Yahu bu adam 10 senedir gıkını çıkarmadan, gönülden hizmetini vermedi mi bu külübe? Her türlü haksızlığa rağmen çıkıp gollerini atmadı mı? Acayip acayip adamlara milyonlar saçılırken, onların yarısından da az para alıp, iki katı iş yapmadı mı? Hala ne kazandırsın ki bu külübe?

Hani 20 yaşında oyuncu olur da, daha iki sezon oynamıştır. Aman aman bir katkısı olmamıştır takıma. Bari para kazandırsın dersin. Bazıları farkında değil galiba ama 27 yaşına geldi Semih. Bugün Raul, Real Madrid'den ayrılsa, onun da mı para kazandırması lazım?

Algıda problem var sanırsam. Semih'i hala genç zannetme paranoyasından oluyor bunlar. Daha bu yaşında, para kazandırmadan nereye bakalım değil mi? Bazı insanların bu kadar sık akıl tutulmasına uğramalarına hayret ediyorum.

Diyeceğim odur ki, Semih'in bugüne kadar Fenerbahçe'ye kattıklarını, hizmetini göz ardı edip, hala sırtından para kazanma umuduyla onu hain ilan edenler, gerçek hainlerdir. Gerisi laf-ü güzaftır.

 
Meşale Kokusu