-->

20 Şubat 2010


Bu akşam sergilenen futbol parodisinin özeti yukarıdaki skordur. Televizyonun başına Trabzonspor - İstanbul B.B. maçını izlemek için oturmuştum ama daha ilk saniyelerden anlaşıldı ki Yunus Yıldırım, kendini rol çalma konusundaki uzmanlığını sergilemeye adamıştı. Keşke Guinness yetkililerine haber verilseymiş. Sanırım, bir maçta en çok faul rekoru bu akşam kırılmıştır.

FIFA yeni bir kural getirdi de bizim mi haberimiz yok acaba? Futbolcuların birbirlerine 30cm'den fazla yaklaşması yasaklandı herhalde. Yunus Yıldırım'ın bu akşamki tavırının başka bir açıklaması yok çünkü. Bir insan bir maçı ancak bu kadar oynatmamaya güdümlü yönetibilir. Şiştim! Yunus Yıldırım'ın bu akşam, zırt pırt anlamsızca, hırsla, amaçsızca oyunu durdurup bir de üstüne sürekli ya boşverin be der gibi sakin işareti yapmasından çok ama çok şiştim.

Bir maçta ekrana en çok gelen karakter maçın hakemiyse eğer, orada sıkıntının ağa babası var demektir. Sergen Yalçın tarzı bir sıkıntı da değil. İnsana daral getiren, üstünü başını parçalama, televizyonu kırıp boş boş tavanı izleme isteği getiren cinsten bir sıkıntı. Bir maç sürekli bayrak havada, düdük ağızda yönetilir mi ya? Neyin tedbiri bu? Ya da neyin şovu? Kanıtlamaya çalıştığın şey ne? Otoriten mi?

Bravo! Kanıtladın ama hakem olmadığını kanıtladın; beceriksizliğini, hala kişilik arayışında olduğunu kanıtladın. Basiretsiz futbol katili! Bir ara da böyle bir penaltı çalmama şovun vardı. Sanma ki unuttuk. Bu akşamı da unutmayacağız. Senin bu şovlarına birisi dur diyene kadar da unutturmayacağız.

3. ve son bilet için soru aşağıda:

Televizyonlardan yayınlanan ilk Dünya Kupası hangisidir?

Cevaplarınızı yorum olarak, iletişim bilgilerinizi yazmadan gönderiniz.

Son bileti kazanan fishel oldu. Kendisinin iletişim bilgilerini rica ediyoruz.

19 Şubat 2010


Dün Fenerbahçe maçı öncesinde tecrübe faktöründen bahsetmiş ve Fenerbahçe'nin Lille'den bir adım önde olduğunu iddia etmiştim. Maçın sonunda oluşan 2-1'lik skorla Fenerbahçe nispeten avantajlı bir skor elde etti ama bunu sağlayan benim öngördüğüm üzere tecrübesi değil, fizik gücüydü.

Maç daha başlamadan, hatta ben televizyonun başına geçmeden yenilen gol, bir hayda nidasıyla beraber acaba diye sormama neden oldu. Acaba bu da Fenerbahçe'nin saçma sapan elendiği, yazık oldu diyeceğimiz eşleşmelerden birine mi dönüşecekti. Neyse ki Vederson şapkadan tavşanı erken çıkardı. 1-1'i yakalayan Fenerbahçe 1 gol daha yemeye tahammül edebilecek konuma geldiği için epey rahatladı ve sakin sakin topunu oynamaya başladı. Dakikalar ilerledikçe Lille'in sezonun en overrated takımı olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. Beraberliği kotarmaya gelen Fenerbahçe karşısında, bizimkilerin yaptığı hatalar haricinde pozisyona girme konusunda büyük acz yaşadılar.

Fenerbahçe ise bütün hücumu Emre'yle Alex'in sırtına yükleyip, anlık patlamalar yaşamanın peşindeydi ki, bunu uygulama konusunda da epey başarılı olundu. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Emre bu ülkede top oynayan, ayakları yere en sağlam basan futbolcu. Kabiliyetini özgüvenle birleştirdiğinde ölümcül bir sonuç ortaya çıkıyor. Koca orta sahayı tek başına ayakta tutuyor. Dün de hem defansta, hem de takımı öne taşıma konusunda üstün performans gösterdi. Aynı şekilde Alex'e de bir parantez açmak gerekiyor. Alex'in performansını etkileyen tek bir değişken var. Oynamak isteyip istememesi. Dün oynamak istedi ve yine o öldürücü paslarını sahneye çıkardı. Ne yazık ki bu pasların hedefi Guiza denen basiretsizlik abidesi olduğundan, skora katkı yapamadı.

Maçın dönüm noktası maalesef Deniz'in Frau'ya yaptığı asist oldu. Lugano'nun sakatlanıp çıkışından itibaren korkuyla beklenen bu hata yapılmasa maçın 1-1 sona ereceği garanti gibiydi. Ancak dediğim gibi 2-1'lik skor da tahammül sınırları içerisinde yer alan bir sonuç. İkinci maça pozitif bakmamak için hiçbir sebep yok. Özellikle sergilenen oyunları tarttıktan sonra. Açıkça görüldü ki Fenerbahçe Lille'den daha iyi bir takım ve zaten daha iyi bir oyun ortaya koydu, ancak hatalar ve beceriksizce harcanan pozisyonlar turu daha ilk maçtan garantilemelerini önledi. Lille'in ikinci maçta muhtemelen cehenneme dönecek Saraçoğlu'ndan turu geçmiş bir şekilde ayrılabileceğine ihtimal bile vermiyorum.


Şu son paragrafta yazdıklarım pekala Galatasaray - Atletico Madrid eşleşmesine de uyarlanabilir. Galatasaray da bana göre kendisinden daha zayıf bir takım olduğu ortaya çıkan Atletico karşısında turu geçmiş, gitmiştir. Rijkaard'ın, zafer sarhoşu Madrid ekibine karşı sergilediği akıl oyunu daha maçın ilk dakikasından itibaren meyvelerini vermeye başladı. Atletico'lu futbolcular, tamam sahaya çıktık da şimdi ne yapacağız ki acaba havasındaydı. Galatasaray'ın üç tane geçit vermeyen iç orta saha oyuncusuyla karşılaştıklarında yaşadıkları şaşkınlık, gereksiz kazandıkları frikik ve ardından gelen gol olmasa bütün maç baki kalacak gibiydi.

Golün ardından gelen Caner - Dos Santos değişikliği bana göre pire için yorgan yakmaktan başka bir şey değildi. Dos Santos'u oyuna girdiği andan, ikinci yarıda Arda'nın ayağından topu aldığı pozisyona kadar gördüğümü hatırlamıyorum. Yani yaklaşık 35 dakika. Gerçi sonrasında da görmez olaydım dedim zaten. Bu yüzden Galatasaray'ın hücum opsiyonu olarak yegane sağ kanat kaldı. Neyse ki Keita insan üstü bir performans gösterdi ve Asenjo'nun hatalı açıldığı pozisyonda golünü de atarak tur kapısını ardına kadar açtı.

Bana göre bu maç özelinde yapılması gereken en önemli tespit, Galatasaray'ın asıl sorununun forvetsizlik falan olmadığı. Sarı kırmızılıların en önemli sıkıntısı Topal-Sarp ikilisi. Defansif özelliklerine söyleyecek sözüm yok ama bu ikili beraber oynarken ileriye top taşımak, deveye hendek atlatmaktan daha zor bir iş. Elano garibim bu ikisiyle ver al yapıp da bir şeyler üretemeyeceğini bildiğinden ceza sahasına kadar gelerek top alıp, uzun uzun paslar atmaya çalışıyor. Şu takımdan Sarp'ı ve Topal'ı çıkartıp yerlerine sadece bir tane daha Elano sokabilsen hücum gücün ikiye katlanır. Şu haliyle Galatasaray, taktik anlayışı mükemmel, oyun zekası üst düzey ama teknik olarak yetersiz bir portre ortaya koyuyor. Hal böyle olunca da en uçta Arda'nın, Keita'nın veya Baros'un oynamasının hiçbir farkı kalmıyor.

Velhasıl kelam, şu an benim merak ettiğim tek soru var. Galatasaray, Atletico Madrid'i yenerek mi geçecek, yoksa 0-0'a mı öncelik verecek. Bu seçeneklerden birini tercih edebilecek lükse sahip olduklarını kanıtladılar. Şu Atletico'nun Galatasaray karşısında oyunu yönlendirme gibi bir lüksü yok bana göre. Rövanş, Galatasaray nasıl isterse öyle oynanacak.

Şu saatten sonra iki takımımız da turu geçemezse çok üzülürüm. Çünkü bu ancak şanssızlıkla veya basit hatalarla mümkün olabilir. Ne Lille Fenerbahçe'yi, ne de Atletico Galatasaray'ı futbollarıyla ekarte edebilir. Benim gözümde bu iş hemen hemen bitmiştir. Merseyside'da Türk buluşması hayırlı olsun.

Avea sponsorluğunda verdiğimiz Fenerbahçe - Bursaspor maçı biletlerinden ikincisi için soru saat 22.00'de blogda. Yine Dünya Kupası ile ilgili bir soru olacak.

2. Soru
Devlet başkanının aldığı karar yüzünden 2010 Dünya Kupası'nın televiyonlardan yayınlanmayacağı ve kupayla ilgili her türlü haberin sansürlenerek veya manipüle edilerek sunulacağı ülke hangisidir?


İpucu: Cevap blogun içinde, bir yerlerde mevcut.

Kazanan MuL€ oldu. Kendisinin iletişim bilgilerini rica ediyoruz.

18 Şubat 2010


Avrupa mücadelelerinden önce beş büyük ligden, hatta diğer ortancalardan bile, bizim bir takımımız eşleştiğinde otomatikman rakibi favori gösterme huyundan bir türlü vazgeçemiyoruz. Teknik, taktik, form durumu gibi kıyaslardan bahsetmiyorum. İki takımın isimleri yan yana kağıda yazıldığında, istemsiz olarak yuvarlak içine alınanın direkt Avrupalı takım olmasından bahsediyorum.

Atletico Madrid için bunun yapılmasını kabul edebilirim. Hem kulüp olarak uluslararası gelenekleri var, hem de bireysel olarak bu arenada tecrübeli ayaklara sahipler. Ancak, Lille - Fenerbahçe eşleşmesinde, Gervinho ve Hazard çok acayip adamlar tezinden başka bir şey sunmadan Lille kesin favori diyenleri anlamakta güçlük çekiyorum. Lille bugüne kadar 20 Şampiyonlar Ligi, 24 de UEFA mücadelesine çıkmış. Fenerbahçe ise 67 Şampiyonlar Ligi, 54 UEFA. Toplamda 44'e 121. Yani Fenerbahçe kulüp olarak Lille'in neredeyse üç katı Avrupa tecrübesine sahip. Şimdi kim daha Avrupalı diye sormak lazım değil mi?

Bir de bu akşam kadroda bulunacak futbolcuların bireysel istatistiklerine bakalım:

Landreau (54), Butelle (8), Béria (9), Chedjou (7), Debuchy (26), Vandam (5), Emerson (8), Rami (9), Balmont (9), Cabaye (25), Dumont (25), Mavuba (26), Obraniak (9), Gervinho (10), Aubameyang (6), Frau (30), Touré (3)

Volkan Demirel (42), Volkan Babacan (1), Bekir (2), Lugano (35), Gökhan Gönül (25), Bilica (10), Vederson (17), Önder (32), Deniz (30), Selçuk (32), Andre Santos (9), Mehmet Topuz (16), Özer (5), Emre (85), Cristian (9), Alex (52), Semih (29), Güiza (20)

Parantez içindeki rakamlar, futbolcuların bugüne kadar oynadığı Avrupa maçları. Lille'in en tecrübeli ismi olarak şimdiye kadar 54 maça çıkan kalecileri Landreau göze çarpıyor. Onun haricinde 30 maça çıkan bir tek Frau var. Debuchy, Cabaye, Dumont ve Mavuba ise 20'nin üzerinde maça çıkanlar. Gervinho'nun da içinde bulunduğu geri kalan grup ise 10 ve altında maça çıkmış.

Fenerbahçe'de ise en tecrübeli isim 85 maçla Emre Belözoğlu. Ardından 52 maçla Alex ve 42 maçla Volkan geliyorlar. 30'un üstünde 4, 20'nin üstünde ise 2 isim var. 10'dan az maça çıkan futbolcu sayısı ise sadece 5. Lille'in yarısı kadar yani.

Özetlemek gerekirse, Fenerbahçe'nin tecrübe olarak Lille'den fersah fersah ötede olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Avrupa arenasında da tecrübenin ne kadar önemli olduğunu, yıllarca ilk turlarda elene elene yakinen öğrenmiş bir ulus olarak, Lille'in bu eşleşmenin favorisi olduğunu iddia edersek kendimizle çelişkiyi düşmüş oluruz. Artık bir gerçeği idrak etmemiz gerekiyor. Bizim takımlarımız da Avrupa mücadelelerinde favori olacak konuma geldiler. Mütevazı olmanın lüzumu yok. Senelerce olduk da ne oldu. Vurdular ensemize, geçtiler turları.

17 Şubat 2010

Pazartesi akşamı oynanacak olan Fenerbahçe - Bursaspor maçına, Avea sponsorluğunda 3 adet Türk Telekom Tribünü bileti veriyoruz. 3 gün boyunca birer soru olacak. İlk soru bu akşam 20.00'de. Sorular, Dünya Kupası tarihinden olacak.

1. Soru
Dünya Kupası tarihinde en fazla maça çıkan futbolcu kimdir ve kaç maça çıkmıştır?


Yorum olarak gönderilmeyen cevaplar geçersiz sayılacaktır.

İlk bileti In Nomine Utku kazanmıştır. Kendisinin iletişim bilgilerini rica ediyoruz.

İkinci soru yarın değil, cuma akşamı sorulacak. Bilginize...


Bu hafta maçları izleyemediğim için, haftanın değerlendirmesini yapamadım ama 1. Lig'i boş da geçmek istemiyorum. O yüzden, son günlerde yine hareketlenen teknik direktör piyasasıyla ilgili bir tablo hazırladım. Sonuç fecaat. Şimdiye kadar, 3 takımda 3'er, 13 takımda ise 2'şer teknik direktör görev aldı. Sezona başladığı hocayla yola devam eden takım sayısı ise sadece "2". Şaka mısınız ya?

3 Teknik Direktör
(18) Kocaelispor: Cihat Arslan, Bülent Baturman, Coşkun Demirbakan
(9)   Çaykur Rizespor: Oktay Çevik, Mehmet Şansal, Ümit Kayıhan
(14) Orduspor: Osman Özdemir, Ekrem Al, Ahmet Akcan

2 Teknik Direktör
(4)   Adanaspor: Ekrem Al, Kemal Kılıç
(5)   Altay: Fuat Yaman, Zafer Bilgetay
(7)   Boluspor: Coşkun Demirbakan, Mustafa Uğur
(2)   Bucaspor: Kemal Kılıç, Özcan Kızıltan
(13) Çanakkale Dardanelspor: Mustafa Meteertem
(17) Kayseri Erciyesspor: Mustafa Altındağ, Levent Devrim
(12) Gaziantep B.B: Bünyamin Süral, Ali Doğan
(8)   Giresunspor: Yüksel Yeşilova, Levent Eriş
(16) Hacettepe: Önder Özen, Erol Tok
(6)   Karşıyaka: Reha Kapsal, Ümit Turmuş
(3)   Konyaspor: Hüsnü Özkara, Fuat Yaman
(15) Mersin İdmanyurdu: Serhat Güller, Ergün Penbe
(11) Samsunspor: Turhan Özyazanlar, Hüseyin Kalpar

1 Teknik Direktör
(1)   Kardemir Karabük: Yücel İldiz
(10) Kartalspor: Kadir Özcan

Parantez içindeki rakamlar, takımların şu an ligdeki pozisyonları.

15 Şubat 2010


Bugün düşen habere bakılırsa, İngilizler (FA) Şampiyonlar Ligi'ne katılacak 4. takımın belirlenmesi için ligi 4. 5. 6. ve 7. sırada bitiren takımların katılacağı bir play off sistemini uygulamayı düşünüyorlarmış. Doğal olarak büyük başlar itiraz ederken, diğerleri destek vermiş.

Konu hakkındaki hislerimi anlatmak için çok uygun bir İngilizce kelime var. O yüzden kendilerine anadillerinde hitap etmek istiyorum. Bullshit! Basketbol tarzı, sonunda şampiyonluk olanlar dışındaki bütün play off sistemleri bana göre büyük saçmalık. 20 tane takıma, koca sezon boyunca 38'er tane maç yaptıracaksın, ortaya bir sıralama çıkacak ve sanki bu tam olmadı, siz biraz daha maç yapın, öyle karar verelim diyeceksin. Saçma da değil, aptalca. Alkmaar'ın ligde 2. olup da UEFA'ya gitmek zorunda kaldığı örnek hala çok yeni.

Bizim de oldukça aşina olduğumuz bir sistem aslında. Malum üst liglere yükselecek takımları belirlerken kullanıyoruz ve ortaya saçma sapan bir tablo çıkıyor. Örneğin play off sisteminin kullanıldığı 4 sezonda 1. Lig'de 3. olan hiçbir takım Süper Lig'e yükselemedi. 60'ın üstünde puan alan takımlar da dahil. Bu durumda, lige direkt çıkma şansını ucu ucuna kaçırmanın yarattığı psikolojik çöküntünün büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Yani play off'a en üst sıradan giren takım o güne kadarki emeğinin yok sayılması yetmezmiş gibi bir de psikolojik baskıyla uğraşıyor. Neresinden tutsan elinde kalan, sadece televizyon kanalları gibi, fazladan maç oynanması sayesinde ortaya çıkan gelirden pay sahibi olanların çıkarları için ayakta tutulan ve rekabeti arttırıyor maskesiyle önümüze sunulan bir sistem.

İngilizler akıllı insanlardır. Kolay kolay yanlış karar almazlar. Bir bildikleri vardır hep. Bu sistemi uygulayacaklarsa da bir sebebi vardır diyeceğim ama bu sefer cidden yok. Bu yüzden düşünürler, taşınırlar, vazgeçerler diyorum. Premier Lig'e yakışmayacak iş yapmazlar.


Geliri tamamen ALS MNH Derneği'ne bağışlanacak olan bir futbol kitabı projesi...

Anadolu futbolunu yazan bloggerlar olarak en büyük çabamız sesimizi duyurmaksa, sadece ama sadece Anadolu üzerindeki ilgisizliği biraz olsun kırabilmekse; sadece blog satırlarından değil; sahaflardan, kitapçılardan da insanlara seslenmeliyiz. Bunun için birkaç kitap yazıldı Türkiye'de, lakin çok büyük kitlelere ses duyurulamadı, Anadolu içinse hala aynı tas aynı hamam! İlgisizlik had safhada...

Bizler, biliyoruz ki Anadolu'da büyük bir potansiyel, lakin büyük olumsuz koşullar var. Bu olumsuz koşullardan birisi de, bilgisizlik. Madem takımını destekliyorsun, madem kalemine sarılıyorsun; sen de katıl!

Destek ver... Takımına dair yazabileceğin şeyleri, insanların ilgisini çekeceğini düşündüğün yönlerini; geçmişi, bugünü ve yarını harmanlayıp yaz... Sayfa sayısı konusunda bir kısıtlama olmamakla beraber, 10 - 15civarı bir sayfa sayısı olursa iyi olur. Yazı konusu olarak belli bir kıstasımız yok, sadece okuyanın gözünde takımın eskiden bulunduğu ve şimdi içinde olduğu koşullar, futbolun ana şartı taraftar, oyuncular gibi futbol ögeleri canlanmalı. Futbol bizimle güzel, futbolu güzelleştirmek de bizim elimizde!

Yazıları yollamak veya projeye dair bilgiler almak için adres: flagg.a@gmail.com

Twitter:

http://www.twitter.com/alsicinfutbol

FacebookGrubumuz:

http://getir.net/kvo


Süper Lig'de olmayan bir takımın taraftarı olmak, bu ligi izlemeye değişik bir boyut kazandırıyor. Avrupa liglerini izlemeye benzetenler olabilir ama daha da farklı aslında. Sonuçta o liglerde de bir veya daha fazla takıma sempati duyuyor ve düzenli olarak destekliyoruz. Ben mesela Inter, Manchester United ve Barcelona her sene şampiyon olsun isterim. Plaselerim vardır tabii ki ama öyle babadan Celta Vigo'luyuz, keşke onlar şampiyon olsa tarzı romantik beklentilerim pek yoktur. Türkiye'de şampiyonlukla, kupalarla hiç ilgisi olmayan bir takımı tutmanın sonucu olarak avuntuyu uzaklarda arama hali olarak yorumlamak lazım sanırım.

Süper Lig'e döndüğümüzde ise vaziyet bir hayli değişiyor. Takip ettiğim veya bir şekilde haberdar olduğum ligler arasında sempati bile duyduğum takım olmayan yegane lig. Hal böyle olunca kimin şampiyon olmasını isterim sorusunun cevabı zaman içerisinde ister istemez mantığa dayalı, dolaylı olarak da pragmatik bir düzleme oturuyor. Büyük resimi görmek adına da en faydalı yöntem olduğunu iddia edebilirim. Çünkü sorgulanan hadise hangi takımın şampiyonluğunun Türk futboluna katkısının daha fazla olacağı.

Örneğin geçen sene Sivasspor'un şampiyon olmasını çok istemiştim. Çarpık düzeni temelden sarsmak için iyi bir fırsattı. En azından diğer takımların da cesaretlenmesine, bak demek ki olabiliyormuş diye düşünmesine yol açacaktı. Şimdi ise yok abi olmuyor işte, ne kasacağız havası geri gelmiş durumda.

Peki, yine maksimum üç takımın şampiyonluk şansının olduğunu varsayabileceğimiz bu sezonda kimin şampiyon olmasını isterim? Bir kere Beşiktaş'ı kafadan elerim. Geçen sene şampiyon oldular, 10 sene geriye gittiler. Şu ortamda kendilerine bile hayırları yok. Bilakis mevcut yönetimden kurtulmalarını hızlandırmak adına mümkün olan en alt sırada ligi bitirmelerini temenni ederim.

Gelelim diğer ikisine, Fenerbahçe ve Galatasaray'a. Şu an mevcut sistemi daha oturaklı olan, ileriye dönük mantıklı hamleler yapan ve aynı şekilde devam etmesini dilediğim takım kesinlikle Galatasaray. Rijkaard'ın başarılı olmasını, güven oyu almasını ve çomak sokulmadan daha uzun süre bu topraklarda bulunmasını çok isterim. Yapacaklarıyla, örnek olma şansını ıskalatmamak lazım.

Peki Fenerbahçe? Bir kere Fenerbahçe'nin bu sene ligi nerede bitireceğinin, önümüzdeki seneye olumlu anlamda hiçbir katkısı olmayacak. Sezonları birbirinden bağımsız değerlendiren bir anlayışa sahipler. Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final oynayıp da hocayı kovmak bunun en çarpıcı örneği. Yani bu sene şampiyon olduk, seneye de şunları şunları yapıp eksiklerimizi kapatalım, üzerine koyalımdan ziyade, dün dündü, bugün bugün mantığıyla sansasyona yönelik transferler yapıp maceraya sıfırdan başlayacaklarını görür gibiyim. Ayrıca Fenerbahçe'de değişmesinin faydalı olacağını düşündüğüm şeyler var ve bu değişimin, günlük başarılar devam ettiği sürece gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Örneğin Daum nedir yahu? Christoph Paul Daum'un bu ülkeye verebileceği herhangi bir şey, futbolumuzun gelişimine faydalı olacak bir potansiyeli var mıdır? Daum'un çalıştırdığı bir takımın Avrupa'da kupa falan alabileceğini aklınız hayaliniz alıyor mu?

Esas değişmesi gereken ise Daum'u alıp getiren, Avrupa'ya sırtını dönen zihniyet. Aziz Yıldırım şüphesiz ki değer yaratmak konusunda, ülkenin en başarılı spor yöneticilerinden. Ancak, Ataşehir'deki salon da tamamlanınca misyonunu tamamlayacağını düşünüyorum. Fenerbahçe'nin temelini müthiş bir şekilde sağlamlaştırdı ama bundan sonraki mesele bu değeri yönetebilmek. İşte Aziz Yıldırım'ın tökezlediği nokta da burası. Futboldan pek anlamamasının da büyük etkisi var tabii. Fenerbahçe'nin yola futbolu iyi bilen bir başkan ve ekiple yola devam etmesi lazım. Bu sene şampiyon oldukları taktirde bu değişimlerden hiçbirinin yaşanmayacağı aşikar. Yani benim bakış açımla Fenerbahçe'nin de şampiyon olması için bir sebep yok.

Toparlarsak, mevcut konjonktürde benim kafama yatan, şampiyonluğunu destekleyebileceğim yegane takım olarak Galatasaray öne çıkıyor. Diğerlerinin muhtemel başarılarının uzun vadede hem kendilerine hem de ülke futboluna zarar vereceğini düşünüyorum. Galatasaray'ın ise hem kendi içinde istikrarı sağlamak adına bu şampiyonluğa ihtiyacı var, hem de bu istikrar sayesinde diğerlerini de yukarıya çekebilecek potansiyeli var. Yani kendi pragmatik dünyamdan yaptığım çıkarım şudur: Umarım bu sene şampiyon Galatasaray olur.

14 Şubat 2010


2 kupayı unutmayanların bir başka çeşidini takıma dönerken görmüştük geçen hafta. Gelip geçici sportif başarılar ıskalanmasın, takımın morali bozulmasın diye, kıbleye mi dönüyoruz korkusuyla, yetmez diyenler tarafından Beşiktaş'ın karanlığa gömülmesine göz yummuşlardı. Bu hafta, dönecek takım da kalmadı ortada. Gaziantep 15 milyon Euro'nun yanında 4 de puan almış oldu Beşiktaş'tan. Kadayıfa kaymak koymamak olmazdı zaten. Dönme dolaptan inmeyi başarabilenler, haftaya da okeye dönerler artık.

 
Meşale Kokusu