-->

14 Eylül 2011


EuroBasket 2011’de bugün çeyrek finaller başlıyor. Bizim olmadığımız, Üsküplü McCalebb önderliğindeki Makedonya’nın olduğu çeyrek finaller. Ortada bir gariplik olduğu aşikar. Bu garipliğin kimden kaynaklandığı üzerine ise biraz düşünmek gerekiyor. Bizim yaptığımız hataları veya yapamadığımız doğruları, şimdilik yazının ilerleyen bölümlerine öteleyip statü hakkında iki çift laf ederek başlamalı.

Fransa, İspanya, Türkiye, Sırbistan, Litvanya ve Almanya. Açalım... Son şampiyonada tek maç kaybederek 5. olan Fransa, son şampiyon İspanya, dünya ikincisi Türkiye, son finalist ve dünya dördüncüsü Sırbistan, ev sahibi ve dünya üçüncüsü Litvanya ile 2009’da dökülen ama Nowitzki’ye geri kavuşan Almanya. Böyle bir grup, ancak eski şampiyonaların lig usulü oynanan finallerinde görülebilirdi ama bir şekilde 2011’de de çeyrek final öncesinde oluşturmayı başardılar. Hepsi üst sıraları hedefleyen, en azından Olimpiyat hedefi olan takımlar ve her biri en iyi performansını sergilese bile ikisi dışarıda kalacak. Diğer tarafa göz attığımızda ise hasbelkader A veya B gruplarına düşseler belki ikinci tura bile yükselemeyecek performanslar sergileyen Yunanistan ve Slovenya’nın çeyrek finale kaldığını görüyoruz. Makedonya için ise takım olarak belki yürekten başka bir şey sunmadılar ama en azından McCalebb buraları hak etti diyebiliriz. Onun da aslında Makedonyalı olmaması bambaşka bir konu tabii.

Bu bizim dışımızda gelişen bir engeldi. Peki biz, kendi açımızdan nasıl bir süreç yaşadık da Almanya ile birlikte şanssız ikiliden biri haline geldik? ORHUN ENE diye bağıranları duyar gibiyim. Bu yüzden oradan başlayalım. Öncelikle insanların bilmiyormuş ya da unutmuş taklidi yaptığı bir detayı hatırlatmak lazım. Bu takımın Tanjevic’ten sonraki antrenörünün Orhun Ene olacağı 2004 yılından beri belliydi. Orhun hoca, Tanjevic’in yardımcılığına getirildiği gün dendi ki, Tanjevic’in yanında pişecek ve o bıraktığı anda da yerini alacak. Yani eğer Orhun Ene’nin göreve gelmesiyle ilgili bir itirazınız varsa bunu dile getirmek için 7 sene kadar geç kaldınız. O gün, “Harika seçim! Oyunculuk kariyeri malum, insan olarak da şahane, çok başarılı olacaktır” diyip Orhun Ene, 3 Avrupa Şampiyonası ve 2 Dünya Şampiyonası gördükten sonra, “Vay efendim, Banvit’in hocası Milli Takım’ın başına mı geçermiş” derseniz, niyetiniz şüphe uyandırır.

Başarısızlığın sebebi olarak gösterilen bir diğer unsur ise kadro seçimi. Gelin bu sürecin de biraz detayına inelim. Zira Furkan-İzzet-Semih-Doğuş dörtgeninin her bir köşesi hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor. Aralarından çekip çıkarması en kolay olan Doğuş’la başlayalım. Bir kere Doğuş’un hiçbir zaman şampiyona kadrosunda düşünülmediğini ve ileriye yatırım olarak, bu süreci yaşaması ve de tabii ki antrenman oyuncusu olması için çağırıldığını artık anlamak gerekiyor. Dört sene boyunca, NCAA’de Texas’ın oynadığı maçları izleyenleri (varsa tabii böyle bir kitle) tenzih ederim ama kim Doğuş’un nesini gördü de kötü performans sergileyen oyun kurucularımıza alternatif olurdu deniliyor anlayamıyorum. Bir kere Doğuş oyunda olduğu anda, direkt olarak 4 oyuncuyla hücum ediyorsunuz. Güvenilir bir sayı katkısı beklemenin imkansız olduğu, şutu Rubio’dan bile kötü bir oyuncu. Penetre eder, ortalığı karıştırırdı derseniz, maalesef o da NCAA’den gelmiş bir oyuncu için Avrupa Şampiyonası’ndaki savunmalara karşı biraz zor. İşin savunma boyutunda ise iyi bir adam adama savunmacısı olmasına rağmen, alan savunmasında nasıl aksadığını da hazırlık maçlarında çokça gördük. Kısacası Doğuş, ileride bu formayı giyme şansı olan bir oyuncu ama üzgünüm, henüz değil.

Gelelim Furkan’ın dışarıda kaldığı, İzzet’in Litvanya’ya gittiği sürece. Öncelikle bütün bu karışıklığın Semih’in başının altından çıktığını bilmek gerekiyor. Kampa ilk katıldığı günden beri sergilediği, sanki Boston Celtics formasını emekliye ayırmış tavırları, antrenmanlardaki isteksiz halleri, sadece teknik heyetin değil, oyuncuların da dikkatinden kaçmadı. Bu da Semih, son dakikada ben yararlı olamayacağım dediğinde itiraz edilmemesine ve mazeretinin memnuniyetle kabul edilmesine yol açtı. Yoksa hafif sakatlıkmış falan dinlenmez, Semih mutlaka şampiyonaya götürülürdü. Bunun üzerine bir hafta önce takımdan çıkarılan Furkan yerine, son haftayı takımla beraber geçiren, son rötuşlarda orada olan İzzet’i tercih etmek gayet mantıklı ama dahası da var. En önemlisi İzzet, hazırlık sürecini Furkan’dan çok daha iyi geçirdi. Kendisinden biten setleri büyük bir yüzdeyle oynadı ve potaya bakmaktan çekinmeyeceğini gösterdi. Aksine Furkan ise direkt olarak kendisi üzerinden oynanacak oyunlarda bomboş kaldığında bile, kenardan “At Furkan, at!” diye bağırılmasına rağmen pasa baktı. Yani, “Ben sizin için ribaunt alırım, pota altında belirli bir etki yaratırım ama fazlasını beklemeyin” mesajı verdi. Bu durumda, 21 yaşında, 2,10 metre boyunda, topu yere vurabilen, bir de üstüne üçlük atabilen İzzet’i bu şampiyonada oynamayacak bile olsa, ilerisi için tecrübe kazanması adına Litvanya’ya götürmek kesinlikle bir hata olarak görülemez. Şu an hala kilo alması ve fiziğini geliştirmesi gerektiği için tam potansiyelini sergileyemese bile, bu saydığım özelliklerin bir araya çok nadiren geldiği malum. Ayrıca İzzet yüzünden rotasyon 11 kişiye indi diyenlerin de şampiyonadaki diğer takımların 11. ve 12. oyuncularına ne kadar süre verdiklerine bir bakmalarını tavsiye ederim. Bunu genel olarak tüm basketbol maçları için de yapabilirler.

Tabii şampiyona öncesinde başlayan anti Orhun Ene kampanyası ve eleştirilen oyuncu tercihleri, takıma ister istemez etki etti. Takımın daimi oyuncularından Hidayet, Ömer Onan, Ömer Aşık, Ersan, Sinan gibi isimlerin ya formsuz geçirdikleri ya da sakatlıklar yaşadıkları bir sezondan çıkmış olmalarının etkisiyle, kafalarında soru işaretleriyle başladıkları sürecin sonunda, kamuoyu da o soru işaretlerinin puntosunu büyütmek için elinden geleni yaptı. Böylece çok kırılgan bir halde Litvanya’ya gitmiş olduk. Bunun ilk yansımasını da daha Litvanya’ya iner inmez Panevezys Pazarı’nda minareye kılıf aranmaya başlanmasıyla gördük. Antrenman saatlerinden memnuniyetsizlik ve aşçı krizi, normalde bu takımın dert edeceği şeyler olmazdı. Çıkar ve oyunumuzu oynardık ama yaratılan başarısızlık kapıda atmosferi, havadan nem kapılmasına neden oldu.

Peki, bu şartlar altında başlanan şampiyonada nasıl bir performans sergiledik. Gelin 8 maç oynadığımızı ve bunlarda skor tutulmadığını düşünelim. Oynanan oyuna konsantre olduğumuzda gördüğümüz tablo, bize daha net bir fikir verecektir. Göze ilk çarpan detay, hücumda yokları oynadık. Büyük bir bölümünü perdeler üzerine kurduğumuz hücum düzenleri, rakipler tarafından çözüldü ve ikincil, üçüncül planlarımızın tüm maç uygulanabilecek derinlikte olmadığı ya da oyuncularımızın gerek fiziksel gerek mental anlamda bu geçişi yapamayacak durumda oldukları görüldü. Savunmada ise tam tersi bir tablo gördük. Her takımı, her oyuncuyu savunabilecek silahlarımızın olduğunu, Sırbistan maçının son anlarında olduğu gibi şok savunmalar yapabildiğimizi, şampiyonanın en uzun ikinci takımı olma avantajımızın farkında ve bunu savunmada avantaja çevirebileceğimizin bilincinde olduğumuzu çeşitli maçlarda gösterdik. Geçen seneyle bu seneyi yan yana koyduğumuzda, bu anlamda belirli bir yere geldiğimizi ve pek geriye gitmeye niyetimiz olmadığı açık. Özetlersek, takım halinde vasat hücum, iyi savunma ve madalya adayı 5 takıma karşı kafaya kafaya bir oyun.

İyi, kötü, çirkin; bir şekilde bu şampiyonayı geride bırakıp önümüze bakmak ve bunu yaptığımızda ne gördüğümüz hakkında konuşmamız gerekiyor artık. Yakın gelecekte bizi bekleyen en majör değişim, Hidayet, Kerem Tunçeri ve Ömer Onan üçlüsünün artık bu takımda yer almayacak olması. Yani kısa rotasyonumuzda yedekte ne var ona bakmalıyız. Kerem’in arkasından gelen seçenekler Ender, Engin ve Doğuş; daha geniş perspektifte ise Erbil, Şafak ve Fırat. Maalesef bunlar içinden ilk beş oyun kurucumuz olabilecek tek isim, basketbola ne zaman döneceği belli olmayan Engin Atsür. Ömer Onan’ın boşluğu için de iyimser şeyler söylemek mevcut şartlarda pek mümkün gözükmüyor. Eldekiler malum, aşağıdan dikkat çeken isimler ise Göksenin, Maxim ve bir alt jenerasyonda da Tayfun. Anayasa değişikliği mi yaparız nasıl çözeriz bilmiyorum ama Sinan’ın acilen süre alacağı bir takıma transfer olmasını sağlamalıyız gibi görünüyor. Kafamızın en rahat olduğu değişim süreci ise Hidayet’te yaşanacak. Neyse ki Emir, şampiyonadaki performansıyla yüreklere su serpti ve bu pozisyon bende mesajını verdi.

Görüldüğü gibi yakın gelecekte bizi kritik bir süreç bekliyor. Elimizdeki jenerasyon uzun uğraşlar sonucunda belirli bir noktaya geldi ve bize bir dünya ikinciliği armağan etti. Ancak artık emeklilik zamanları yaklaşıyor. Şimdi yeniden bir yapılanma içine gireceğiz. Bu süreçte ise anahtar kelime, koca sözlükte Türk halkının en sevmediği kelime olan “sabır” olacak. Tanjevic’e altı yıl sabredildiğini unutmadan, Orhun Ene’ye hak ettiği şansı vermemiz ve kendi kadrosunu oluşturmasına imkan vermemiz lazım. Yukarıda saydığım ve çok da umut bağlayamayacağımızı söylediğim isimleri en iyi tanıyanlardan biri olarak, onları beklentilerin üstüne taşıyabilecek kişi Orhun Ene’dir. Hemen bir sonraki şampiyonada altına koşamayacağımızın bilincinde olarak, Orhun Ene’yi desteklemeli ve daha geniş bir zamanda, kafasındakileri yapabilmesine imkan tanımalıyız. Tabii ki üstünden Tanjevic’in gölgesini de çekerek...

3 Eylül 2011


EuroBasket 2011 öncesi 3 takım favori olarak niteleniyordu: Gasol Biraderler'in İspanya'sı, Parker önderliğindeki Fransa ve son Dünya üçüncüsü, ev sahibi Litvanya. Dünya ikincisi Türkiye'den ise kendimiz bile pek bahsetmedik. Ne var ki şampiyona başladığı gibi, "Biz de varız!" mesajını esaslı bir şekilde verdik. Bu gece ise tökezledik ama yıkılmaya hiç niyetimiz olmadığını da gösterdik.

Litvanya'ya karşı maçın büyük bölümünü istediğimiz tempoyla ve önde götürüp nüanslarla maçı kaybettik. O olsaydı, şu olmasaydı diyebileceğimiz birçok pozisyon var. Ancak şimdi bunları geride bırakıp bu maçı artılarıyla eksilerini tartarak yola devam etme zamanı.

Artı hanesine yazabileceğimiz en önemli unsur, çok kötü geçen bir hazırlık döneminin ardından Ersan'ın nihayet aramıza dönmesi. Bu maçla beraber stabil bir oyuncudan mobilize bir güce dönüşmesi, bu uzun maratonda bizi hayli umutlandıracak bir gelişme. Emir, Ender ve savunmada Cenk olmak üzere, kenardan gelen oyuncularımızın yine önemli katkılar vermesi de yine güzel bir detay. Ömer Aşık'ın her geçen gün artan özgüveni ise artıların en büyüklerinden.

Bu noktada, özellikle ilk bölümde Ömer'i yeterli ölçüde kullanmadığımızı belirterek eksilere geçelim. İhsan Bayülken'in de maç içinde sıkça dile getirdiği gibi periyot sonu konsantrasyonumuz hiç bize yakışacak seviyede değildi. Göze batan maç sonları oluyor ama diğer 3 periyotu da sağlam bitirmek, önlem alınması gereken önemli bir detay. Beni en çok rahatsız eden ise potaya bakmaktaki çekingen tavrımız. Başta Hidayet olmak üzere güvendiğimiz ellerin de kendilerine güvenmeleri gerekiyor. Her pozisyonda feyk atıp daha iyi bir pozisyon arayışı, çoğu zaman dimyat-pirinç-bulgur ekseninde bir sonuç ortaya çıkartıyor. Bunlara ek olarak, savunma prensiplerimize de daha sadık kalmamız gerektiğini düşünüyorum. Perdelerin bir pozisyonda altından, diğerinde üstünden geçmek, Ömer Aşık'ın show-up'a bazen çıkması gibi ayrıntılar tüm savunmayı aksatıyor.

Neyse ki takımımızın bir günlük arada bunları konuşmak için bolca vakti olacak. Sonrasında da en zorlu maçın ardından bize bir gün boşluk veren fikstürün bir başka kıyağı daha olacak ve Polonya'yla ilk iki günkülere benzer, antrenman havasında bir maç oynayacağız. Grubun son maçında da bir gün önce Litvanya'nın yıpratacağı İspanya rakibimiz olacak. Plan belli, senaryo şahane. Bu gruptan nazar boncuğu bir mağlubiyetle çıkma olasılığımız kesinlikle çok yüksek.

2 Eylül 2011



Dün 12 Dev Adam’ın Büyük Britanya’ya karşı oynadığı maç esnasında İhsan Bayülken’in adını andığı bir oyuncu mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Bayülken, Kerem Tunçeri’nin yerini alabilecek bir oyun kurucu aşağıdan gelmiyor sanki, diyen Murat Murathanoğlu’na Kenan Sipahi’yi hatırlatarak nokta atışı yaptı. Gerçekten de 1995 doğumlu 1,94 metrelik Kenan Sipahi, A Milli Takım’ın dümenine geçmek için gün sayıyor.

Öncelikle, tanımayanlar için Kenan hakkında biraz bilgi vermek gerekiyor. Kenan bir Kosova Türk’ü. Uludağ Üniversitesi’nde okuyan abisini ziyaret etmek için geldiği Bursa’da keşfediliyor ve hemen Tofaş altyapısına alınıyor. Nihat İziç, Mustafa Derin ve Erhan Toker gibi hem milli takımlarda hem de Tofaş’ta görev yapan isimler vasıtasıyla milli takıma yataya geçişi de fazla uzun sürmüyor tabii ki. Henüz 16 yaşında olmasına rağmen, geçtiğimiz sezon Tofaş’ın A takım kadrosunda da 5 maçta süre alan Kenan’ın esas tecrübe kazandığı yer de milli takımlar oluyor zaten. Genç yıldız, bugüne kadar oynadığı 3 Avrupa Şampiyonası’nda 2 bronz madalya kazandı. Bu yıl 2 yaş büyüklerine karşı mücadele ettiği Gençler Avrupa Şampiyonası’nda 9,2 sayı, 2,7 asist ve 2,6 ribaund ortalamaları ile Avrupa üçüncüsü olan takımın kilit parçalarından biri oldu ve kendisine duyulan güvenin hiç de haksız olmadığını bir kez daha gösterdi. Kenan’ın bu yaz elde ettiği bir diğer başarı da Türkiye şampiyonluğuna taşıdığı Ali Karasu Lisesi ile Dünya üçüncülüğü yaşamak oldu.

Kenan’ı ilk kez geçtiğimiz sezonun başında Banvit-TÜBAD Turnuvası’nda Tofaş formasıyla izlemiştim. Orada aldığı kısıtlı süre içinde, doğal olarak A takım oyuncularına karşı fiziksel olarak ezilmiş ve yetenekleri konusunda fikir sahibi olmak için biraz daha beklemem gerekmişti. Onu ikinci kez canlı izleme fırsatını ise Gaziantep’te düzenlenen Uluslararası Türk Telekom Turnuvası’nda elde ettim ve tam anlamıyla ağzım açık kaldı. Bir kere, 14 yaşından beri milli formayı giyiyor olmasının yaşıtlarına karşı ona nasıl artılar kazandırdığını sahadaki duruşundan bile anlayabiliyorsunuz. Adeta bir özgüven patlaması yaşıyor ve bunu rakip oyunculardan hakemlere karşı herkese yansıtıyor. Onu savunan ve ne kadar fazla sayıda silahı olduğunu bilen rakiplerinin gözlerindeki tedirginlik gerçekten görülmeye değer.

Peki nedir bu silahlar? En başta boyu ve uzun kolları, Kenan’ı hem hücumda hem de savunmada bir adım öne çıkartıyor. İkinci en önemli artısı ise muazzam oyun zekası. Rakibin savunmadaki dizilimine göre ufak setler üretecek kadar bilgisini ve içgüdülerini geliştirmiş durumda. Dış atışları henüz yeterli seviyede olmasa da cesur penetreleri ve orta mesafe isabetleriyle şu an için bu açığını kapatabiliyor. Arkadaşlarını beslemedeki ustalığını ise anlatmaya bile gerek yok. Ancak ribauntlara yaptığı düzenli katkının altını çizmeden de olmaz.

Abartmıyorsun değil mi, diyecekler için bu noktada bir bilgi daha vermek gerekebilir. Böylesi bir yetenek tabii ki Avrupalı takımların da dikkatini çekiyor ve Barcelona, henüz Ricky Rubio takımdan ayrılmadan önce Kenan için tam 1 milyon dolarlık bir teklif yapıyor. Bu teklif doğal olarak reddedilse de Barcelona’nın ısrarı henüz dinmiş değil. “Peki, Kenan’ı transfer etmeyelim ama gelsin bizimle bir turnuvada oynasın, birkaç antrenman yapıp buradaki havayı solusun” şeklinde yaklaşımlarla transferin yolunu yapma çalışmalarına devam ediyorlar.

Anlayacağınız Avrupa’dan da tescilli, basamakları zıplaya zıplaya çıkan bir yıldız adayımız var. Bir süre önce Yıldız Milli Takım Başantrenörümüz Taner Günay, “Artık Kenan’ın bu takıma vereceği bir şey kalmadı” diyerek onu Genç Milli Takım’a yönlendirmişti. Çok da uzun olmayacağını düşündüğüm bir sürenin ardından ise bu kez Genç Milli Takımımızın teknik patronu Erhan Toker, benzer bir şekilde onu Ümit Milli Takım’a yollayacak ve bir basamak daha geçilmiş olacaktır. Hatta bir bakmışsınız Kenan, Ümit Milli Takım’ı da pas geçmiş ve direkt 12 Dev Adam’ın bir parçası olmuş.

31 Ağustos 2011


Birkaç gündür twitter'da paylaştığım EuroBasket tarihinden notları burada derledim. Kaynak göstermeden kullanan büyük ifşaya maruz kalır şimdiden belirteyim.

Pranas Lubinas, 1939'un şampiyonu Litvanya'nın
hem oyuncusu hem de koçuydu.
* 1935'teki ilk şampiyona, ilk kez 1936'da Olimpiyat takvimine alınan basketbol için bir test etkinliğiydi.

* 1935'te düzenlenen ilk EuroBasket'in final maçı sonucu: Letonya:24 - İspanya: 18

* 1937'de Letonya'nın ev sahibi olduğu 2. şampiyona, basketbol salonuna dönüştürülen eski bir fabrikada oynanmıştı.

* 1939'daki şampiyona tek devreli lig usulüyle oynandı ve ev sahibi Litvanya namağlup şampiyon oldu.

* 2. Dünya Savaşı yüzünden ara verilen şampiyonayı 1946'da Çekoslavakya, İtalya'yı 34-32 yenerek kazandı.

* Tarihte en çok şampiyonluğa sahip olan Sovyetler Birliği, 1947'de ilk kez katıldığı şampiyonayı namağlup kazandı.

* Şampiyona bir yıllık arayla oynanan 1946 ve 1947'den beri kesintisiz olarak 2 yılda bir düzenleniyor.

* Tarihte Avrupa dışından tek şampiyon, 1949'un ev sahibi Mısır oldu. Ulaşım zorluğu yüzünden sadece 7 ülkenin katıldığı 1949, Türkiye'nin yer aldığı ilk şampiyona oldu.

* Fransa 1951, 50'li yıllarda kapalı bir alanda (Vel d’Hiver velodromu) oynanan tek şampiyonaydı.

* 1953'teki şampiyonada Mısır ve Lübnan, İsrail'e karşı olan maçlara çıkmayı reddettiler.

* Sovyetler Birliği'nin 50'li yıllarda kaybettiği yalnızca 2 maçın 2'si de 1955'teki şampiyonada oynandı.

* Bulgaristan 1957'nin Vasil Levski Ulusal Stadı'nda oynanan final maçını tam 48000 kişi izledi.

EuroBasket 1959, Mithatpaşa Stadı'nda oynanmıştı.
* Mithatpaşa Stadı'nda oynanan EuroBasket 1959, açık alanda düzenlenen son şampiyona oldu. FIBA, bu tarihten sonra oynanan şampiyonaların kapalı alanlarda düzenlenmesine dair bir kural koydu. Türkiye, ev sahibi olduğu 1959'u 12. basamakta tamamladı.

* 19 takımla düzenlenen Yugoslavya 1961, dileyen her takımın katıldığı son şampiyona oldu. 1963'ten ititbaren eleme sisteminin uygulanacağı açıklandı.

* 1963 yılından itibaren verilmeye başlanan En Değerli Oyuncu ödülünün ilk sahibi, İspanya'dan Emiliano Rodriguez oldu.

* 1965'te maçlar ilk kez birden fazla şehirde (Moskova ve Tiflis) oynandı.

* Finlandiya 1967, Avrupa çapında televizyondan yayınlanan ilk şampiyona oldu.

* Sovyetler Birliği'nin 59 maçlık galibiyet serisi, 1969 İtalya'da son bulsa da Sovyetler, üst üste 7. kez şampiyon oldu.

* 1971'in En Değerli Oyuncu'su Kresimir Cosic, hala tarihte bu ödülü birden fazla kez kazanan tek isim.

1973 madalya töreni
* 1973 ve 1975'in final maçlarını Avrupa dışından hakem ikilileri yönetti.

* 1977 finali, Yugoslavya'nın Sovyetler Birliği'ni Avrupa Şampiyonaları'nda yenebildiği son maç oldu.

* İsrail'in Yugoslavya'yı da 77-76 yendikleri 1979'daki gümüş madalya macerası, tarihin en büyük sürprizi olarak gösteriliyor.

* 1983 finalinde İspanya'yı 105-96 yenen İtalya, Batı Avrupa'nın çıkardığı ilk şampiyon oldu.

* 1955'ten sonra ilk kez, 1983'teki şampiyonada ne Sovyetler Birliği ne de Yugoslavya finale çıkabildi.

* 1985, üç sayılık atışın ilk kullanıldığı EuroBasket oldu.

1987 şampiyonluğunun ardından Nikos Galis omuzlarda.
* 1987'de 37,6 sayı ortalamayla Yunanistan'ı şampiyon yapan Nikos Galis, kırılması güç bir rekoru elinde bulunduruyor.

* 1989'daki şampiyonadan önce Drazen Petrovic, Yugoslavya'yı ancak yine Yugoslavya'nın yenebileceğini iddia etti. Oynadıkları karşılaşmaları ortalama 22,2 sayı farkla kazandıktan sonra, ne kadar da haklı olduğunu kanıtlamış oldu.

* 1991'de Yugoslavya forması giyen Sloven asıllı Jure Zdovc, Slovenya'nın şampiyona devam ederken bağımsızlığını ilan etmesiyle ülkesine geri çağırıldı. Zdovc, sadece iki maç oynadıktan sonra şampiyonayı yarım bırakmak zorunda kaldı.

* 1993'ün altın madalya sahibi Almanya, ev sahibi olarak şampiyonayı kazanan son ülke konumunda.

* 1995 finalinde hakem kararları yüzünden maçı bırakmak isteyen Litvanyalılar'ı devam etmek için Yugoslavyalı oyuncular ikna etti.

* Yunanistan, 1997'de üst üste 3. kez yarı finale çıkıp 3. şampiyonadan da madalyasız ayrıldı.

* İtalya, 1999'da Bogdan Tanjevic önderliğinde tarihinin 2. şampiyonluğuna ulaştı.

Türkiye, finali kutluyor.
* 2001'de Türkiye 2. kez şampiyonaya ev sahipliği yaptı ve gümüş madalya kazanarak tarihte ilk kez dünya şampiyonası vizesi aldı.

* Eski Sovyet ülkelerinden altın madalya kazanan ilk takım, 2003'te Litvanya oldu.

* Theo Papaloukas 2005'te takımının ilk beşinde yer almamasına rağmen turnuvanın en iyi beşine seçildi.

* 2007'de Rusya'yı şampiyonluğa taşıyan David Blatt, tarihte EuroBasket kazanan ikinci Amerikalı koç oldu.

* 2009'da Türkiye'nin gruplarda yendiği iki takım, Sırbistan ve İspanya final oynarken, Türkiye 8. oldu.

Son şampiyon İspanya.

23 Ağustos 2011



Play-off; veya playoff; belki de play off. Bunca yıldır çeşitli sporlarda kullanmamıza rağmen, henüz nasıl yazacağımızı bile bilemediğimiz bir sistem. Galiba doğruya en yakını play-off ama futbolumuz için doğruluğunun d’sinden bahsetmek bile mümkün değil.

Konuyu mevcut bir örnek üzerinden incelemek en doğru yöntem olacaktır. Bank Asya 1. Lig’de play-off denen illet tam 6 sezondur uygulanıyor. İlk önce tek maçlı eliminasyon, ardından tek devreli lig, son olarak da rövanşlı yarı final ve tarafsız sahada final. Statüler değişse de play-off’un adaletsizliği hep baki kaldı. İlk ikinin direkt çıktığı Bank Asya’da, bugüne kadar ligi 3. bitiren hiçbir takım Süper Lig’e yükselemedi. Yükselen takımların ise 3’ü asansör olurken, 1’i de bir sezon gecikmeli düştü. Kalıcı olmayı başaran tek takım ise Eskişehirspor.

Üçüncü olan takımların başına geleni açıklamak için lanet gibi bir şey uydursak, Türk futbolunun batılıdan bâtıla gidişine çok uygun bir yöntem izlemiş oluruz ama kazın ayağı öyle değil. Üçüncü demek, ikinciliği en yakın farkla kaçırmış olan demek. Yani şansını son ana kadar sürdürmüş, diğerlerinden daha çok yorulmuş ve elinden kaçan fırsatın etkisiyle morali en çok bozulmuş olan. Şimdi Süper Lig’de de normal sezonda ipi göğüsleyen takım doğal olarak, “Hayda, bu kadar uğraştık, didindik, 6 maç daha mı” diyecek ve yola son derece azalmış bir motivasyonla devam edecek.

Bu garabetin bir diğer falsosu ise play-off’a kapağı atan takımların son haftalarda sergilediği performanslar. Bir basamak daha yükselebilme ihtimalinin peşinde birkaç hafta daha koşmak yerine, sakin sakin play-off’a hazırlanmak yıllardır uygulanan standart yöntem oldu ve Süper Lig’de de farklı bir manzara beklemek ancak hayalcilik olacaktır. Öyle artan heyecanlar falan kuantum fiziği kadar teorik maalesef.

Telafisi olmayan maçlarda yaşanacak hakem hatalarının yaratacağı infial, fazladan oynanacak derbilerle derbi kavramanın içinin boşalması, şampiyonun belirleneceği bir Fenerbahçe-Galatasaray maçının ardından çıkacak olaylar gibi örnekler de bu sistemin saçmalığıyla ilgili ilk akla gelenlerden bazıları.

Futbol gibi 3 puanlı sistemin uygulandığı, beraberliğin olduğu ve bu sebeplerle 34 haftanın sonunda çok büyük ihtimalle hak edenin şampiyon olduğu bir sporda play-off’a yer olmadığı açık ve net. Bu işe karar verenlerin de bunu görememelerine imkan yok ama onların hesabı bizimkinden biraz farklı işliyor. Mevcut gündem yüzünden bu sene edilecek zarar, 12 fazla maçın yaratacağı gelirle bir ölçüde telafi edilmeye çalışılacak. Pislikler halının altına süpürülüp, yayıncı kuruluşa dükkanın anahtarları teslim edilerek. Bir diğer deyişle, bu sene zarar edilmesine sebep olan hiçbir şeyi çözmeden, başımıza bir de play-off belası peydahlayarak.



Hoopshype’a verdiği röportajla geçtiğimiz sezonu değerlendiren LeBron James, MVP ödülünü kazanamadığını değil, ödülün kendisine verilmediğini ima etmiş. Olaya, “sınavdan çakmadım, öğretmen bıraktı” edasıyla yaklaşan James, The Desicion sonrası oluşan hava sebebiyle, ağzıyla kuş tutsa da kazanamayacağını ifade etmiş.

Hatırlarsak MVP ödülü, Michael Jordan’dan sonra ilk kez ligi lider bitiren Chicago Bulls’tan Derrick Rose’a gitmişti. Rose ve James arasında istatistiki olarak büyük farklar yoktu ancak takımını ligin tepesine adeta tek başına taşıyan Rose’un ödülü alamaması pek de olacak iş değildi. Rose olmasa tabii ki LeBron ipi göğüsleyen isim olurdu ama ortada, “yok efendim bana haksızlık ettiler, vay bizi hep böyle eziyorlar” şeklinde bir mağduriyet olmadığı gayet açık.

Şahsen LeBron James’i seven ve onun dominant oyunundan keyif alan azınlığa mensup olsam da parkenin dışına çıktığı anda IQ’suyla ilgili problemler baş göstermeye başlayan James’in böylesi açıklamalarına muhtelif yerlerimle gülmekten de kendimi alamıyorum.

Röportajın diğer bölümlerinde ise genellikle, ne şiş yansın ne kebap tarzı bir hava. Örneğin Dream Team ile Redeem Team’i karşılaştırması istenen James, “Onlar, bizden daha uzun ve kalıplıydı, biz ise daha hızlıydık” diyerek daha iyi-daha kötü topunu girmekten itinayla kaçınmış.

Miami Heat tercihinde, Dwyane Wade ve Chris Bosh ile daha önce Olimpiyat takımında birlikte oynamış olmasının bir nebze etkili olduğunu da ifade eden James, diğer birçok NBA yıldızının yaptığı gibi, takımın verdiği kararlarda etkili olmayı isteyip istemediği yönündeki bir soruyu ise, “Pat Riley ne yapıyorsa bizim iyiliğimiz için yapar zaten” sözleriyle Riley’nin işine karışacak kadar delirmedim minvalinde bertaraf ediyor.

LeBron James ayrıca lokavtın biteceğine ve önümüzdeki sezon NBA’in kaldığı yerden devam edeceğine dair inancını da yine ortaya koymuş.

 
Meşale Kokusu