-->

14 Eylül 2011


EuroBasket 2011’de bugün çeyrek finaller başlıyor. Bizim olmadığımız, Üsküplü McCalebb önderliğindeki Makedonya’nın olduğu çeyrek finaller. Ortada bir gariplik olduğu aşikar. Bu garipliğin kimden kaynaklandığı üzerine ise biraz düşünmek gerekiyor. Bizim yaptığımız hataları veya yapamadığımız doğruları, şimdilik yazının ilerleyen bölümlerine öteleyip statü hakkında iki çift laf ederek başlamalı.

Fransa, İspanya, Türkiye, Sırbistan, Litvanya ve Almanya. Açalım... Son şampiyonada tek maç kaybederek 5. olan Fransa, son şampiyon İspanya, dünya ikincisi Türkiye, son finalist ve dünya dördüncüsü Sırbistan, ev sahibi ve dünya üçüncüsü Litvanya ile 2009’da dökülen ama Nowitzki’ye geri kavuşan Almanya. Böyle bir grup, ancak eski şampiyonaların lig usulü oynanan finallerinde görülebilirdi ama bir şekilde 2011’de de çeyrek final öncesinde oluşturmayı başardılar. Hepsi üst sıraları hedefleyen, en azından Olimpiyat hedefi olan takımlar ve her biri en iyi performansını sergilese bile ikisi dışarıda kalacak. Diğer tarafa göz attığımızda ise hasbelkader A veya B gruplarına düşseler belki ikinci tura bile yükselemeyecek performanslar sergileyen Yunanistan ve Slovenya’nın çeyrek finale kaldığını görüyoruz. Makedonya için ise takım olarak belki yürekten başka bir şey sunmadılar ama en azından McCalebb buraları hak etti diyebiliriz. Onun da aslında Makedonyalı olmaması bambaşka bir konu tabii.

Bu bizim dışımızda gelişen bir engeldi. Peki biz, kendi açımızdan nasıl bir süreç yaşadık da Almanya ile birlikte şanssız ikiliden biri haline geldik? ORHUN ENE diye bağıranları duyar gibiyim. Bu yüzden oradan başlayalım. Öncelikle insanların bilmiyormuş ya da unutmuş taklidi yaptığı bir detayı hatırlatmak lazım. Bu takımın Tanjevic’ten sonraki antrenörünün Orhun Ene olacağı 2004 yılından beri belliydi. Orhun hoca, Tanjevic’in yardımcılığına getirildiği gün dendi ki, Tanjevic’in yanında pişecek ve o bıraktığı anda da yerini alacak. Yani eğer Orhun Ene’nin göreve gelmesiyle ilgili bir itirazınız varsa bunu dile getirmek için 7 sene kadar geç kaldınız. O gün, “Harika seçim! Oyunculuk kariyeri malum, insan olarak da şahane, çok başarılı olacaktır” diyip Orhun Ene, 3 Avrupa Şampiyonası ve 2 Dünya Şampiyonası gördükten sonra, “Vay efendim, Banvit’in hocası Milli Takım’ın başına mı geçermiş” derseniz, niyetiniz şüphe uyandırır.

Başarısızlığın sebebi olarak gösterilen bir diğer unsur ise kadro seçimi. Gelin bu sürecin de biraz detayına inelim. Zira Furkan-İzzet-Semih-Doğuş dörtgeninin her bir köşesi hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor. Aralarından çekip çıkarması en kolay olan Doğuş’la başlayalım. Bir kere Doğuş’un hiçbir zaman şampiyona kadrosunda düşünülmediğini ve ileriye yatırım olarak, bu süreci yaşaması ve de tabii ki antrenman oyuncusu olması için çağırıldığını artık anlamak gerekiyor. Dört sene boyunca, NCAA’de Texas’ın oynadığı maçları izleyenleri (varsa tabii böyle bir kitle) tenzih ederim ama kim Doğuş’un nesini gördü de kötü performans sergileyen oyun kurucularımıza alternatif olurdu deniliyor anlayamıyorum. Bir kere Doğuş oyunda olduğu anda, direkt olarak 4 oyuncuyla hücum ediyorsunuz. Güvenilir bir sayı katkısı beklemenin imkansız olduğu, şutu Rubio’dan bile kötü bir oyuncu. Penetre eder, ortalığı karıştırırdı derseniz, maalesef o da NCAA’den gelmiş bir oyuncu için Avrupa Şampiyonası’ndaki savunmalara karşı biraz zor. İşin savunma boyutunda ise iyi bir adam adama savunmacısı olmasına rağmen, alan savunmasında nasıl aksadığını da hazırlık maçlarında çokça gördük. Kısacası Doğuş, ileride bu formayı giyme şansı olan bir oyuncu ama üzgünüm, henüz değil.

Gelelim Furkan’ın dışarıda kaldığı, İzzet’in Litvanya’ya gittiği sürece. Öncelikle bütün bu karışıklığın Semih’in başının altından çıktığını bilmek gerekiyor. Kampa ilk katıldığı günden beri sergilediği, sanki Boston Celtics formasını emekliye ayırmış tavırları, antrenmanlardaki isteksiz halleri, sadece teknik heyetin değil, oyuncuların da dikkatinden kaçmadı. Bu da Semih, son dakikada ben yararlı olamayacağım dediğinde itiraz edilmemesine ve mazeretinin memnuniyetle kabul edilmesine yol açtı. Yoksa hafif sakatlıkmış falan dinlenmez, Semih mutlaka şampiyonaya götürülürdü. Bunun üzerine bir hafta önce takımdan çıkarılan Furkan yerine, son haftayı takımla beraber geçiren, son rötuşlarda orada olan İzzet’i tercih etmek gayet mantıklı ama dahası da var. En önemlisi İzzet, hazırlık sürecini Furkan’dan çok daha iyi geçirdi. Kendisinden biten setleri büyük bir yüzdeyle oynadı ve potaya bakmaktan çekinmeyeceğini gösterdi. Aksine Furkan ise direkt olarak kendisi üzerinden oynanacak oyunlarda bomboş kaldığında bile, kenardan “At Furkan, at!” diye bağırılmasına rağmen pasa baktı. Yani, “Ben sizin için ribaunt alırım, pota altında belirli bir etki yaratırım ama fazlasını beklemeyin” mesajı verdi. Bu durumda, 21 yaşında, 2,10 metre boyunda, topu yere vurabilen, bir de üstüne üçlük atabilen İzzet’i bu şampiyonada oynamayacak bile olsa, ilerisi için tecrübe kazanması adına Litvanya’ya götürmek kesinlikle bir hata olarak görülemez. Şu an hala kilo alması ve fiziğini geliştirmesi gerektiği için tam potansiyelini sergileyemese bile, bu saydığım özelliklerin bir araya çok nadiren geldiği malum. Ayrıca İzzet yüzünden rotasyon 11 kişiye indi diyenlerin de şampiyonadaki diğer takımların 11. ve 12. oyuncularına ne kadar süre verdiklerine bir bakmalarını tavsiye ederim. Bunu genel olarak tüm basketbol maçları için de yapabilirler.

Tabii şampiyona öncesinde başlayan anti Orhun Ene kampanyası ve eleştirilen oyuncu tercihleri, takıma ister istemez etki etti. Takımın daimi oyuncularından Hidayet, Ömer Onan, Ömer Aşık, Ersan, Sinan gibi isimlerin ya formsuz geçirdikleri ya da sakatlıklar yaşadıkları bir sezondan çıkmış olmalarının etkisiyle, kafalarında soru işaretleriyle başladıkları sürecin sonunda, kamuoyu da o soru işaretlerinin puntosunu büyütmek için elinden geleni yaptı. Böylece çok kırılgan bir halde Litvanya’ya gitmiş olduk. Bunun ilk yansımasını da daha Litvanya’ya iner inmez Panevezys Pazarı’nda minareye kılıf aranmaya başlanmasıyla gördük. Antrenman saatlerinden memnuniyetsizlik ve aşçı krizi, normalde bu takımın dert edeceği şeyler olmazdı. Çıkar ve oyunumuzu oynardık ama yaratılan başarısızlık kapıda atmosferi, havadan nem kapılmasına neden oldu.

Peki, bu şartlar altında başlanan şampiyonada nasıl bir performans sergiledik. Gelin 8 maç oynadığımızı ve bunlarda skor tutulmadığını düşünelim. Oynanan oyuna konsantre olduğumuzda gördüğümüz tablo, bize daha net bir fikir verecektir. Göze ilk çarpan detay, hücumda yokları oynadık. Büyük bir bölümünü perdeler üzerine kurduğumuz hücum düzenleri, rakipler tarafından çözüldü ve ikincil, üçüncül planlarımızın tüm maç uygulanabilecek derinlikte olmadığı ya da oyuncularımızın gerek fiziksel gerek mental anlamda bu geçişi yapamayacak durumda oldukları görüldü. Savunmada ise tam tersi bir tablo gördük. Her takımı, her oyuncuyu savunabilecek silahlarımızın olduğunu, Sırbistan maçının son anlarında olduğu gibi şok savunmalar yapabildiğimizi, şampiyonanın en uzun ikinci takımı olma avantajımızın farkında ve bunu savunmada avantaja çevirebileceğimizin bilincinde olduğumuzu çeşitli maçlarda gösterdik. Geçen seneyle bu seneyi yan yana koyduğumuzda, bu anlamda belirli bir yere geldiğimizi ve pek geriye gitmeye niyetimiz olmadığı açık. Özetlersek, takım halinde vasat hücum, iyi savunma ve madalya adayı 5 takıma karşı kafaya kafaya bir oyun.

İyi, kötü, çirkin; bir şekilde bu şampiyonayı geride bırakıp önümüze bakmak ve bunu yaptığımızda ne gördüğümüz hakkında konuşmamız gerekiyor artık. Yakın gelecekte bizi bekleyen en majör değişim, Hidayet, Kerem Tunçeri ve Ömer Onan üçlüsünün artık bu takımda yer almayacak olması. Yani kısa rotasyonumuzda yedekte ne var ona bakmalıyız. Kerem’in arkasından gelen seçenekler Ender, Engin ve Doğuş; daha geniş perspektifte ise Erbil, Şafak ve Fırat. Maalesef bunlar içinden ilk beş oyun kurucumuz olabilecek tek isim, basketbola ne zaman döneceği belli olmayan Engin Atsür. Ömer Onan’ın boşluğu için de iyimser şeyler söylemek mevcut şartlarda pek mümkün gözükmüyor. Eldekiler malum, aşağıdan dikkat çeken isimler ise Göksenin, Maxim ve bir alt jenerasyonda da Tayfun. Anayasa değişikliği mi yaparız nasıl çözeriz bilmiyorum ama Sinan’ın acilen süre alacağı bir takıma transfer olmasını sağlamalıyız gibi görünüyor. Kafamızın en rahat olduğu değişim süreci ise Hidayet’te yaşanacak. Neyse ki Emir, şampiyonadaki performansıyla yüreklere su serpti ve bu pozisyon bende mesajını verdi.

Görüldüğü gibi yakın gelecekte bizi kritik bir süreç bekliyor. Elimizdeki jenerasyon uzun uğraşlar sonucunda belirli bir noktaya geldi ve bize bir dünya ikinciliği armağan etti. Ancak artık emeklilik zamanları yaklaşıyor. Şimdi yeniden bir yapılanma içine gireceğiz. Bu süreçte ise anahtar kelime, koca sözlükte Türk halkının en sevmediği kelime olan “sabır” olacak. Tanjevic’e altı yıl sabredildiğini unutmadan, Orhun Ene’ye hak ettiği şansı vermemiz ve kendi kadrosunu oluşturmasına imkan vermemiz lazım. Yukarıda saydığım ve çok da umut bağlayamayacağımızı söylediğim isimleri en iyi tanıyanlardan biri olarak, onları beklentilerin üstüne taşıyabilecek kişi Orhun Ene’dir. Hemen bir sonraki şampiyonada altına koşamayacağımızın bilincinde olarak, Orhun Ene’yi desteklemeli ve daha geniş bir zamanda, kafasındakileri yapabilmesine imkan tanımalıyız. Tabii ki üstünden Tanjevic’in gölgesini de çekerek...

3 Eylül 2011


EuroBasket 2011 öncesi 3 takım favori olarak niteleniyordu: Gasol Biraderler'in İspanya'sı, Parker önderliğindeki Fransa ve son Dünya üçüncüsü, ev sahibi Litvanya. Dünya ikincisi Türkiye'den ise kendimiz bile pek bahsetmedik. Ne var ki şampiyona başladığı gibi, "Biz de varız!" mesajını esaslı bir şekilde verdik. Bu gece ise tökezledik ama yıkılmaya hiç niyetimiz olmadığını da gösterdik.

Litvanya'ya karşı maçın büyük bölümünü istediğimiz tempoyla ve önde götürüp nüanslarla maçı kaybettik. O olsaydı, şu olmasaydı diyebileceğimiz birçok pozisyon var. Ancak şimdi bunları geride bırakıp bu maçı artılarıyla eksilerini tartarak yola devam etme zamanı.

Artı hanesine yazabileceğimiz en önemli unsur, çok kötü geçen bir hazırlık döneminin ardından Ersan'ın nihayet aramıza dönmesi. Bu maçla beraber stabil bir oyuncudan mobilize bir güce dönüşmesi, bu uzun maratonda bizi hayli umutlandıracak bir gelişme. Emir, Ender ve savunmada Cenk olmak üzere, kenardan gelen oyuncularımızın yine önemli katkılar vermesi de yine güzel bir detay. Ömer Aşık'ın her geçen gün artan özgüveni ise artıların en büyüklerinden.

Bu noktada, özellikle ilk bölümde Ömer'i yeterli ölçüde kullanmadığımızı belirterek eksilere geçelim. İhsan Bayülken'in de maç içinde sıkça dile getirdiği gibi periyot sonu konsantrasyonumuz hiç bize yakışacak seviyede değildi. Göze batan maç sonları oluyor ama diğer 3 periyotu da sağlam bitirmek, önlem alınması gereken önemli bir detay. Beni en çok rahatsız eden ise potaya bakmaktaki çekingen tavrımız. Başta Hidayet olmak üzere güvendiğimiz ellerin de kendilerine güvenmeleri gerekiyor. Her pozisyonda feyk atıp daha iyi bir pozisyon arayışı, çoğu zaman dimyat-pirinç-bulgur ekseninde bir sonuç ortaya çıkartıyor. Bunlara ek olarak, savunma prensiplerimize de daha sadık kalmamız gerektiğini düşünüyorum. Perdelerin bir pozisyonda altından, diğerinde üstünden geçmek, Ömer Aşık'ın show-up'a bazen çıkması gibi ayrıntılar tüm savunmayı aksatıyor.

Neyse ki takımımızın bir günlük arada bunları konuşmak için bolca vakti olacak. Sonrasında da en zorlu maçın ardından bize bir gün boşluk veren fikstürün bir başka kıyağı daha olacak ve Polonya'yla ilk iki günkülere benzer, antrenman havasında bir maç oynayacağız. Grubun son maçında da bir gün önce Litvanya'nın yıpratacağı İspanya rakibimiz olacak. Plan belli, senaryo şahane. Bu gruptan nazar boncuğu bir mağlubiyetle çıkma olasılığımız kesinlikle çok yüksek.

2 Eylül 2011



Dün 12 Dev Adam’ın Büyük Britanya’ya karşı oynadığı maç esnasında İhsan Bayülken’in adını andığı bir oyuncu mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Bayülken, Kerem Tunçeri’nin yerini alabilecek bir oyun kurucu aşağıdan gelmiyor sanki, diyen Murat Murathanoğlu’na Kenan Sipahi’yi hatırlatarak nokta atışı yaptı. Gerçekten de 1995 doğumlu 1,94 metrelik Kenan Sipahi, A Milli Takım’ın dümenine geçmek için gün sayıyor.

Öncelikle, tanımayanlar için Kenan hakkında biraz bilgi vermek gerekiyor. Kenan bir Kosova Türk’ü. Uludağ Üniversitesi’nde okuyan abisini ziyaret etmek için geldiği Bursa’da keşfediliyor ve hemen Tofaş altyapısına alınıyor. Nihat İziç, Mustafa Derin ve Erhan Toker gibi hem milli takımlarda hem de Tofaş’ta görev yapan isimler vasıtasıyla milli takıma yataya geçişi de fazla uzun sürmüyor tabii ki. Henüz 16 yaşında olmasına rağmen, geçtiğimiz sezon Tofaş’ın A takım kadrosunda da 5 maçta süre alan Kenan’ın esas tecrübe kazandığı yer de milli takımlar oluyor zaten. Genç yıldız, bugüne kadar oynadığı 3 Avrupa Şampiyonası’nda 2 bronz madalya kazandı. Bu yıl 2 yaş büyüklerine karşı mücadele ettiği Gençler Avrupa Şampiyonası’nda 9,2 sayı, 2,7 asist ve 2,6 ribaund ortalamaları ile Avrupa üçüncüsü olan takımın kilit parçalarından biri oldu ve kendisine duyulan güvenin hiç de haksız olmadığını bir kez daha gösterdi. Kenan’ın bu yaz elde ettiği bir diğer başarı da Türkiye şampiyonluğuna taşıdığı Ali Karasu Lisesi ile Dünya üçüncülüğü yaşamak oldu.

Kenan’ı ilk kez geçtiğimiz sezonun başında Banvit-TÜBAD Turnuvası’nda Tofaş formasıyla izlemiştim. Orada aldığı kısıtlı süre içinde, doğal olarak A takım oyuncularına karşı fiziksel olarak ezilmiş ve yetenekleri konusunda fikir sahibi olmak için biraz daha beklemem gerekmişti. Onu ikinci kez canlı izleme fırsatını ise Gaziantep’te düzenlenen Uluslararası Türk Telekom Turnuvası’nda elde ettim ve tam anlamıyla ağzım açık kaldı. Bir kere, 14 yaşından beri milli formayı giyiyor olmasının yaşıtlarına karşı ona nasıl artılar kazandırdığını sahadaki duruşundan bile anlayabiliyorsunuz. Adeta bir özgüven patlaması yaşıyor ve bunu rakip oyunculardan hakemlere karşı herkese yansıtıyor. Onu savunan ve ne kadar fazla sayıda silahı olduğunu bilen rakiplerinin gözlerindeki tedirginlik gerçekten görülmeye değer.

Peki nedir bu silahlar? En başta boyu ve uzun kolları, Kenan’ı hem hücumda hem de savunmada bir adım öne çıkartıyor. İkinci en önemli artısı ise muazzam oyun zekası. Rakibin savunmadaki dizilimine göre ufak setler üretecek kadar bilgisini ve içgüdülerini geliştirmiş durumda. Dış atışları henüz yeterli seviyede olmasa da cesur penetreleri ve orta mesafe isabetleriyle şu an için bu açığını kapatabiliyor. Arkadaşlarını beslemedeki ustalığını ise anlatmaya bile gerek yok. Ancak ribauntlara yaptığı düzenli katkının altını çizmeden de olmaz.

Abartmıyorsun değil mi, diyecekler için bu noktada bir bilgi daha vermek gerekebilir. Böylesi bir yetenek tabii ki Avrupalı takımların da dikkatini çekiyor ve Barcelona, henüz Ricky Rubio takımdan ayrılmadan önce Kenan için tam 1 milyon dolarlık bir teklif yapıyor. Bu teklif doğal olarak reddedilse de Barcelona’nın ısrarı henüz dinmiş değil. “Peki, Kenan’ı transfer etmeyelim ama gelsin bizimle bir turnuvada oynasın, birkaç antrenman yapıp buradaki havayı solusun” şeklinde yaklaşımlarla transferin yolunu yapma çalışmalarına devam ediyorlar.

Anlayacağınız Avrupa’dan da tescilli, basamakları zıplaya zıplaya çıkan bir yıldız adayımız var. Bir süre önce Yıldız Milli Takım Başantrenörümüz Taner Günay, “Artık Kenan’ın bu takıma vereceği bir şey kalmadı” diyerek onu Genç Milli Takım’a yönlendirmişti. Çok da uzun olmayacağını düşündüğüm bir sürenin ardından ise bu kez Genç Milli Takımımızın teknik patronu Erhan Toker, benzer bir şekilde onu Ümit Milli Takım’a yollayacak ve bir basamak daha geçilmiş olacaktır. Hatta bir bakmışsınız Kenan, Ümit Milli Takım’ı da pas geçmiş ve direkt 12 Dev Adam’ın bir parçası olmuş.

31 Ağustos 2011


Birkaç gündür twitter'da paylaştığım EuroBasket tarihinden notları burada derledim. Kaynak göstermeden kullanan büyük ifşaya maruz kalır şimdiden belirteyim.

Pranas Lubinas, 1939'un şampiyonu Litvanya'nın
hem oyuncusu hem de koçuydu.
* 1935'teki ilk şampiyona, ilk kez 1936'da Olimpiyat takvimine alınan basketbol için bir test etkinliğiydi.

* 1935'te düzenlenen ilk EuroBasket'in final maçı sonucu: Letonya:24 - İspanya: 18

* 1937'de Letonya'nın ev sahibi olduğu 2. şampiyona, basketbol salonuna dönüştürülen eski bir fabrikada oynanmıştı.

* 1939'daki şampiyona tek devreli lig usulüyle oynandı ve ev sahibi Litvanya namağlup şampiyon oldu.

* 2. Dünya Savaşı yüzünden ara verilen şampiyonayı 1946'da Çekoslavakya, İtalya'yı 34-32 yenerek kazandı.

* Tarihte en çok şampiyonluğa sahip olan Sovyetler Birliği, 1947'de ilk kez katıldığı şampiyonayı namağlup kazandı.

* Şampiyona bir yıllık arayla oynanan 1946 ve 1947'den beri kesintisiz olarak 2 yılda bir düzenleniyor.

* Tarihte Avrupa dışından tek şampiyon, 1949'un ev sahibi Mısır oldu. Ulaşım zorluğu yüzünden sadece 7 ülkenin katıldığı 1949, Türkiye'nin yer aldığı ilk şampiyona oldu.

* Fransa 1951, 50'li yıllarda kapalı bir alanda (Vel d’Hiver velodromu) oynanan tek şampiyonaydı.

* 1953'teki şampiyonada Mısır ve Lübnan, İsrail'e karşı olan maçlara çıkmayı reddettiler.

* Sovyetler Birliği'nin 50'li yıllarda kaybettiği yalnızca 2 maçın 2'si de 1955'teki şampiyonada oynandı.

* Bulgaristan 1957'nin Vasil Levski Ulusal Stadı'nda oynanan final maçını tam 48000 kişi izledi.

EuroBasket 1959, Mithatpaşa Stadı'nda oynanmıştı.
* Mithatpaşa Stadı'nda oynanan EuroBasket 1959, açık alanda düzenlenen son şampiyona oldu. FIBA, bu tarihten sonra oynanan şampiyonaların kapalı alanlarda düzenlenmesine dair bir kural koydu. Türkiye, ev sahibi olduğu 1959'u 12. basamakta tamamladı.

* 19 takımla düzenlenen Yugoslavya 1961, dileyen her takımın katıldığı son şampiyona oldu. 1963'ten ititbaren eleme sisteminin uygulanacağı açıklandı.

* 1963 yılından itibaren verilmeye başlanan En Değerli Oyuncu ödülünün ilk sahibi, İspanya'dan Emiliano Rodriguez oldu.

* 1965'te maçlar ilk kez birden fazla şehirde (Moskova ve Tiflis) oynandı.

* Finlandiya 1967, Avrupa çapında televizyondan yayınlanan ilk şampiyona oldu.

* Sovyetler Birliği'nin 59 maçlık galibiyet serisi, 1969 İtalya'da son bulsa da Sovyetler, üst üste 7. kez şampiyon oldu.

* 1971'in En Değerli Oyuncu'su Kresimir Cosic, hala tarihte bu ödülü birden fazla kez kazanan tek isim.

1973 madalya töreni
* 1973 ve 1975'in final maçlarını Avrupa dışından hakem ikilileri yönetti.

* 1977 finali, Yugoslavya'nın Sovyetler Birliği'ni Avrupa Şampiyonaları'nda yenebildiği son maç oldu.

* İsrail'in Yugoslavya'yı da 77-76 yendikleri 1979'daki gümüş madalya macerası, tarihin en büyük sürprizi olarak gösteriliyor.

* 1983 finalinde İspanya'yı 105-96 yenen İtalya, Batı Avrupa'nın çıkardığı ilk şampiyon oldu.

* 1955'ten sonra ilk kez, 1983'teki şampiyonada ne Sovyetler Birliği ne de Yugoslavya finale çıkabildi.

* 1985, üç sayılık atışın ilk kullanıldığı EuroBasket oldu.

1987 şampiyonluğunun ardından Nikos Galis omuzlarda.
* 1987'de 37,6 sayı ortalamayla Yunanistan'ı şampiyon yapan Nikos Galis, kırılması güç bir rekoru elinde bulunduruyor.

* 1989'daki şampiyonadan önce Drazen Petrovic, Yugoslavya'yı ancak yine Yugoslavya'nın yenebileceğini iddia etti. Oynadıkları karşılaşmaları ortalama 22,2 sayı farkla kazandıktan sonra, ne kadar da haklı olduğunu kanıtlamış oldu.

* 1991'de Yugoslavya forması giyen Sloven asıllı Jure Zdovc, Slovenya'nın şampiyona devam ederken bağımsızlığını ilan etmesiyle ülkesine geri çağırıldı. Zdovc, sadece iki maç oynadıktan sonra şampiyonayı yarım bırakmak zorunda kaldı.

* 1993'ün altın madalya sahibi Almanya, ev sahibi olarak şampiyonayı kazanan son ülke konumunda.

* 1995 finalinde hakem kararları yüzünden maçı bırakmak isteyen Litvanyalılar'ı devam etmek için Yugoslavyalı oyuncular ikna etti.

* Yunanistan, 1997'de üst üste 3. kez yarı finale çıkıp 3. şampiyonadan da madalyasız ayrıldı.

* İtalya, 1999'da Bogdan Tanjevic önderliğinde tarihinin 2. şampiyonluğuna ulaştı.

Türkiye, finali kutluyor.
* 2001'de Türkiye 2. kez şampiyonaya ev sahipliği yaptı ve gümüş madalya kazanarak tarihte ilk kez dünya şampiyonası vizesi aldı.

* Eski Sovyet ülkelerinden altın madalya kazanan ilk takım, 2003'te Litvanya oldu.

* Theo Papaloukas 2005'te takımının ilk beşinde yer almamasına rağmen turnuvanın en iyi beşine seçildi.

* 2007'de Rusya'yı şampiyonluğa taşıyan David Blatt, tarihte EuroBasket kazanan ikinci Amerikalı koç oldu.

* 2009'da Türkiye'nin gruplarda yendiği iki takım, Sırbistan ve İspanya final oynarken, Türkiye 8. oldu.

Son şampiyon İspanya.

23 Ağustos 2011



Play-off; veya playoff; belki de play off. Bunca yıldır çeşitli sporlarda kullanmamıza rağmen, henüz nasıl yazacağımızı bile bilemediğimiz bir sistem. Galiba doğruya en yakını play-off ama futbolumuz için doğruluğunun d’sinden bahsetmek bile mümkün değil.

Konuyu mevcut bir örnek üzerinden incelemek en doğru yöntem olacaktır. Bank Asya 1. Lig’de play-off denen illet tam 6 sezondur uygulanıyor. İlk önce tek maçlı eliminasyon, ardından tek devreli lig, son olarak da rövanşlı yarı final ve tarafsız sahada final. Statüler değişse de play-off’un adaletsizliği hep baki kaldı. İlk ikinin direkt çıktığı Bank Asya’da, bugüne kadar ligi 3. bitiren hiçbir takım Süper Lig’e yükselemedi. Yükselen takımların ise 3’ü asansör olurken, 1’i de bir sezon gecikmeli düştü. Kalıcı olmayı başaran tek takım ise Eskişehirspor.

Üçüncü olan takımların başına geleni açıklamak için lanet gibi bir şey uydursak, Türk futbolunun batılıdan bâtıla gidişine çok uygun bir yöntem izlemiş oluruz ama kazın ayağı öyle değil. Üçüncü demek, ikinciliği en yakın farkla kaçırmış olan demek. Yani şansını son ana kadar sürdürmüş, diğerlerinden daha çok yorulmuş ve elinden kaçan fırsatın etkisiyle morali en çok bozulmuş olan. Şimdi Süper Lig’de de normal sezonda ipi göğüsleyen takım doğal olarak, “Hayda, bu kadar uğraştık, didindik, 6 maç daha mı” diyecek ve yola son derece azalmış bir motivasyonla devam edecek.

Bu garabetin bir diğer falsosu ise play-off’a kapağı atan takımların son haftalarda sergilediği performanslar. Bir basamak daha yükselebilme ihtimalinin peşinde birkaç hafta daha koşmak yerine, sakin sakin play-off’a hazırlanmak yıllardır uygulanan standart yöntem oldu ve Süper Lig’de de farklı bir manzara beklemek ancak hayalcilik olacaktır. Öyle artan heyecanlar falan kuantum fiziği kadar teorik maalesef.

Telafisi olmayan maçlarda yaşanacak hakem hatalarının yaratacağı infial, fazladan oynanacak derbilerle derbi kavramanın içinin boşalması, şampiyonun belirleneceği bir Fenerbahçe-Galatasaray maçının ardından çıkacak olaylar gibi örnekler de bu sistemin saçmalığıyla ilgili ilk akla gelenlerden bazıları.

Futbol gibi 3 puanlı sistemin uygulandığı, beraberliğin olduğu ve bu sebeplerle 34 haftanın sonunda çok büyük ihtimalle hak edenin şampiyon olduğu bir sporda play-off’a yer olmadığı açık ve net. Bu işe karar verenlerin de bunu görememelerine imkan yok ama onların hesabı bizimkinden biraz farklı işliyor. Mevcut gündem yüzünden bu sene edilecek zarar, 12 fazla maçın yaratacağı gelirle bir ölçüde telafi edilmeye çalışılacak. Pislikler halının altına süpürülüp, yayıncı kuruluşa dükkanın anahtarları teslim edilerek. Bir diğer deyişle, bu sene zarar edilmesine sebep olan hiçbir şeyi çözmeden, başımıza bir de play-off belası peydahlayarak.



Hoopshype’a verdiği röportajla geçtiğimiz sezonu değerlendiren LeBron James, MVP ödülünü kazanamadığını değil, ödülün kendisine verilmediğini ima etmiş. Olaya, “sınavdan çakmadım, öğretmen bıraktı” edasıyla yaklaşan James, The Desicion sonrası oluşan hava sebebiyle, ağzıyla kuş tutsa da kazanamayacağını ifade etmiş.

Hatırlarsak MVP ödülü, Michael Jordan’dan sonra ilk kez ligi lider bitiren Chicago Bulls’tan Derrick Rose’a gitmişti. Rose ve James arasında istatistiki olarak büyük farklar yoktu ancak takımını ligin tepesine adeta tek başına taşıyan Rose’un ödülü alamaması pek de olacak iş değildi. Rose olmasa tabii ki LeBron ipi göğüsleyen isim olurdu ama ortada, “yok efendim bana haksızlık ettiler, vay bizi hep böyle eziyorlar” şeklinde bir mağduriyet olmadığı gayet açık.

Şahsen LeBron James’i seven ve onun dominant oyunundan keyif alan azınlığa mensup olsam da parkenin dışına çıktığı anda IQ’suyla ilgili problemler baş göstermeye başlayan James’in böylesi açıklamalarına muhtelif yerlerimle gülmekten de kendimi alamıyorum.

Röportajın diğer bölümlerinde ise genellikle, ne şiş yansın ne kebap tarzı bir hava. Örneğin Dream Team ile Redeem Team’i karşılaştırması istenen James, “Onlar, bizden daha uzun ve kalıplıydı, biz ise daha hızlıydık” diyerek daha iyi-daha kötü topunu girmekten itinayla kaçınmış.

Miami Heat tercihinde, Dwyane Wade ve Chris Bosh ile daha önce Olimpiyat takımında birlikte oynamış olmasının bir nebze etkili olduğunu da ifade eden James, diğer birçok NBA yıldızının yaptığı gibi, takımın verdiği kararlarda etkili olmayı isteyip istemediği yönündeki bir soruyu ise, “Pat Riley ne yapıyorsa bizim iyiliğimiz için yapar zaten” sözleriyle Riley’nin işine karışacak kadar delirmedim minvalinde bertaraf ediyor.

LeBron James ayrıca lokavtın biteceğine ve önümüzdeki sezon NBA’in kaldığı yerden devam edeceğine dair inancını da yine ortaya koymuş.

16 Haziran 2010

14 Haziran 2010


Sadece iki buçuk ay kaldı. Vuvuzela Kupası yüzünden gündemdeki sırasını kaybetmiş olsa da Türkiye'nin bugüne kadar düzenlediği en büyük spor organizasyonun başlangıcı giderek yaklaşıyor. Peki en son şampiyona günlüğünü yazdığım iki ay öncesinden beri neler oldu? Kısa kısa değinelim...

Bu süreçte yaşanan en önemli gelişmeler tabii ki kadrolarla ilgili olanlar. Sonuçta organizasyon ne kadar kusursuz olursa olsun bundan on sene sonra akıllarda sadece oynanan basketbolun kalitesi veya kalitesizliği kalacak. Bunu belirleyecek birinci faktör de tabii ki şampiyonaya katılacak oyuncular. Maalesef bu hususta sürekli yara almaktayız. Üst üste gelmiyorum açıklamaları yapılıyor. Her ne kadar halen gelecek olan oyuncular da birbirlerinden kaliteli isimler olsa da büyükbaşlardan çok kayıp yaşanması tabloyu karamsarlaştırıyor. Bizim kadroda ise sürpriz yok. Ümit Milli Takım'dan Furkan da kadroya dahil olunca üç aşağı beş yukarı herkesin beklediği isimler bir araya gelmiş olacak. Yabancı oyuncu kontenjanı ise bir sürpriz olmazsa Emir Preldzic ile kullanılacak. Bence son derece yerinde bir seçim.

Can sıkıcı diğer bir konu ise referandum. Şampiyonanın son günü referandumla çakışıyor ve 5-6 maçının seçim yasaklarının yürürlükte olduğu saatlere denk gelmesi söz konusu. Ne YSK ne de FIBA tarih değişikliğine yanaşmadığından yasaklardan muaf olma çözümü üzerinde görüşülüyor. Sorunun bu şekilde çözülmesi bekleniyor.

Bir diğer önemli konu ise tabii ki biletler. Üç gün önce son dönem bilet satışları başladı ve tahmin edildiği gibi çok yoğun taleple karşılaşıldı. Şu an çok sınırlı sayıda bilet kaldı ve onlar da sahaya uzak olan ve mecburiyetten alınacak olanlar. Talep gerçekten inanılmaz ve karşılanması imkansız seviyede. Şu an sponsorlar ve katılımcı federasyonlar dahil hiçbir kişi veya kuruluş istediği sayıda bileti elde edemiyor. Mevcut durumda maçların neredeyse hepsinin dolu tribünler önünde oynanacağını söyleyebiliriz. Şampiyonanın selameti açısından çok önemli bir gelişme.

Bu arada promosyon faaliyetleri kapsamında hazırlanan şampiyona oyunları da açıldı. Bracket, Eşleştir, Süper Koz ve Eş Bayrak isimli oyunları oynayarak çeşitli ödüller kazanma şansına sahipsiniz. Özellikle Bracket'ın birincilik ödülü olan Karayipler, Hong Kong veya Antalya'da çift kişilik tatil çok cazip.

Şampiyona yaklaştıkça sosyal medya da aktif olarak kullanılmaya başlandı. Resmi Facebook ve Twitter sayfalarını takip ederek son gelişmelerin hepsinden haberdar olmak ve çeşitli hediyeler kazanmak mümkün.

Başta salonlar olmak üzere genel olarak hazırlıklar sorunsuz gidiyor. Büyük soru işareti olan Kayseri ve Ankara'da bile tahmin edilenden daha iyi bir durumdayız. Biraz iddialı olacak ama istense, yetişmeyecek denen şampiyonanın ilk hava atışı 28 Ağustos'tan önce bile yapılabilir. Aslında referandum düşünüldüğünde keşke böyle bir şey mümkün olsa bile diyor insan.

30 Mayıs 2010


Bugün Spor İletişim ekibiyle beraber Pazar Ligi All Star organizasyonundaydık. Şut, penaltı ve yetenek yarışmalarıyla başlayan etkinlikler, 1. lig ve 2. lig karmalarının maçıyla devam etti. Günün heyecanla beklenen olayı ise Pazar Ligi Karması ile Ayazma'nın maçıydı. Yazarlar ve sanatçılardan oluşan Ayazma ile ilgili detayları şuradan öğrenebilirsiniz. Bağış Erten'in kaptanlığında, Ender Özkahraman, Gökhan Tümkaya, Can Öz, Cansel Elçin, Harun Tekin, Doğu Yücel, Serkan Öz, Alpay Erdem, Emre Cingöz, Baran Yağmurlu ve bugün kadroda olmayan Hayko Cepkin'den oluşan ekip bir ay kadar önce Almanya'da dünya yazarlarına karşı bizi gururlandıran sonuçlara imza atmıştı ama bugün Pazar Ligi'nin formda oyuncularına karşı en hafif tabiriyle perişan oldular. İlk yarısı 6-1 biten maçta, ikinci yarı biraz toparlanan Ayazma tarihi farkı biraz da olsa engelledi ve sahadan 8-3'lük mağlubiyetle ayrıldı. Kaptanın maçtan sonra yaptığı, "Bu taraftara yazık. Formanın hakkını vermeyen oyuncular var. Büyük revizyona gideceğiz" sözleri büyük yankı uyandıracak gibi. Maçtan önce Bağış Erten'in vekil teknik direktörlük görevinde başarısız olduğunu söyleyen Hayko Cepkin'in topun ağzında olan ilk isim olduğu söyleniyor.

Şaka bir yana çok keyifli bir gündü. Mükemmel organizasyon, Ayazma'nın da katılımıyla çok renkli bir hal aldı. Pazar Ligi de her kesimden destek görmeyi hak eden bir oluşum olduğunu kanıtladı. Zaten elli tane takıma lisanslı spor yapma fırsatı sunmaları bile çok büyük bir olayken bir de ellerindeki kısıtla imkanlarla, yaptıkları işi sürekli taçlandırmaya çalışmaları oldukça takdire şayan. Umarım yeni sezona kadar bilinirlikleri iyice artar ve takım sayısını katlayarak yollarına devam ederler. Tebrikler ve başarılar Pazar Ligi. Geçmiş olsun Ayazma!


Yıkıldım! Bu sefer olur diyordum ama yine olmadı. Torpil ve rüşvet gibi konuların neredeyse okullarda seçmeli ders olarak okutulacağı ülkemiz, ironik bir şekilde masa başındaki bir mücadeleden daha yenik kalktı. Şu lobicilik işinin kursuna mı yazılacağız ne yapacağız bilmiyorum ama artık öğrenmemiz gerekenlerin başında geliyor. UEFA'nın Fransız başkanı, ülkesine "ufak" bir kıyak yaptı ve hayallerimizi en az dört bahar daha erteledi. Bu sefer ciddi ciddi sorun bende değil sende deme hakkımız var. Şenes Erzik bile çileden çıkmışsa bu işte bir iş vardır demekten kendini alıkoyamıyor insan. Yine de şapkamızı önümüze alıp düşünmemiz gereken konular var. En önemlisi de şu ulaşım hikayesi. Bu devirde hala ulaşım problemlerimiz olması, Trabzon gibi bir şehri bu sebeple şampiyonanın dışında bırakmak zorunda kalmamız kabul edilebilir bir durum değil. Öte yandan stadlarımızın çoğu hazır olsaydı ya da en azından mevcut olanlar bu kadar virane olmasaydı önümüzde lobi falan duramazdı bence. Bu yüzden bundan sonra sanki şampiyonayı kazanmış gibi hareket etmemiz lazım. Planlanan yatırımlar yapılsın, eminim ki kapımız çalınır gelin şu şampiyonaları size verelim diye ki o saatten sonra vermeseler de bir şey değişmez. Yaptıklarımız yanımıza kar kalır en azından. Şampiyonanın turizm dışında kazandıracağı her şeyi kendi kendimize hediye etmiş oluruz.

27 Mayıs 2010


Merakla beklenen açıklama geldi ve Gaziantepspor'la nişanı atan Bülent Uygun, Bucaspor'un yeni teknik direktörü oldu. Kafadan söyleyeyim, müthiş hamle. Şu an boşta olan teknik direktörler arasından daha iyi bir seçim yapılamazdı. 2. Lig'den Süper Lig'e aralıksız çıkarak göz alıcı bir ivme yakalayan ve bunu sürdürmek isteyen Bucaspor ve kaybettiği tempoyu geri kazanmak isteyen Bülent Uygun. Kesinlikle ideal bir birliktelik.

Zaten işin bu boyutuna kimsenin itirazı yoktur ama gördüğüm kadarıyla habere gelen ilk tepkiler "la ilahe illallah", Laila ve gavur İzmir ekseninden doğuyor. Bir kere şunu bilmek gerekiyor. Buca pek öyle zihinlerdeki İzmir algısını yansıtan bir ilçe değil. Denizden uzak, genellikle orta-alt kesimin ikamet ettiği ve hayat tarzının İzmir'in genelinden ziyade Bülent Uygun'un sevdiği stile yakın olduğu bir bölgedir Buca. Bu sebeple Bülent Uygun ve İzmir birlikteliği nasıl olacak diye çok da hayıflanmamak lazım.

Bir de Buca'ya duyulan sempati ve Uygun'a duyulan antipati konusu var ki en anlamsız bulduğum da bu. Kimse kusura bakmasın ama bu işler sempatiklikle olmuyor. Zaten lig başladıktan bir kaç hafta sonra Bülent Uygun olmasa bile o sempatiden eser kalmazdı. İş başka arkadaşlık başka demişler. Buca çıkıp da Galatasaray'dan, Fenerbahçe'den falan puan aldığı zaman bu takımların taraftarlarının hala "ay ne sevimliler ya, İzmir'in onca takımı arasından çıkıp Süper Lig hasretini bitirdiler" diyeceğini pek zannetmiyorum.

Diyeceğim odur ki, Bucaspor yönetimi son derece aklı selim bir iş yapmıştır. Süper Lig'de kalıcı olmak için ilk adımı attılar. Bana göre gerisini de Bülent Uygun halleder zaten.

24 Mayıs 2010


Bu 14. sezondu. Karşıyaka'nın en son Süper Lig'de olduğu 1995-1996'dan beri geçen 14. sezon. Aradan geçen 14 yılda 3. ligi bile gördü bu gözler. Daha geçen seneye kadar da Süper Lig'in yanına bile yaklaşılamadı. Son iki sezonda ise en azından playoff'a kalıyoruz ama neye yarıyor derseniz, Altay'ın kader arkadaşı olmaktan başka hiçbir şeye.

Geçen yıla göre daha bir umutluydum aslında. Bu sefer öyle diğerlerinden çok üstün bir takım yoktu dörtlünün içinde. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Zulümpiyat'taki zulümden de beter futboldan pek tabii gol sesi çıkmadı ve iki İzmirli daha ilk maçtan birbirinin yoluna taş koymuş oldu. Erdoğan Arıca ile Güvenç Kurtar sanki hangimiz daha korkağız yarışına girmişlerdi. Arada birazcık öne çıkan takımın diğerini şamar oğlanına çevirdiğini ikisi de görmezlikten geldi. Son dakikalarda yaptıkları yalandan değişiklikler ise güldürürken düşündüren cinstendi. Ali Sami Yen'den ise tam dört defa gol haberi geldi ve Konyaspor çoğunluğun favorisi Adanaspor'u 3-1'lik skorla geçerek büyük avantaj yakaladı.

İkinci maç ise Konyapsor'la ölüm kalım maçıydı. Beraberliğin bile çok kötü sonuç olacağı maçta mağlubiyet eve dönüş demekti. Şaşırtıcı bir şekilde baskılı başladık maça. Topu sürekli rakip sahada tutmayı başarabiliyor ama bu sefer de tehlikeli alana taşımakta zorlanıyorduk. Neyse böyle devam etsin de bir tane atarız diyordum ki sahneye Fırat Aydınus çıktı. Topun taca çıktığının uzaydan bile görülebildiği pozisyonda verdiği devam kararı ile Konyaspor'un golünün asistini yapıyor ve bizi 15. sene mücadelesine doğru yolluyordu. İlk maçta da Kuddusi Müftüoğlu, Karşıyaka'ya uğurlu geliyor söylemlerinin altında ezilip iki tane penaltı vermediğinde dur bakalım demiştik ama bu kadarı da fazlaydı artık. Hele ki golden sonra itiraz eden futbolculara karşı takındığı tavır tam çıldırmalıktı. Hep 1. Lig'in en büyük dezavantajlarından birisi maçların alt klasman hakemleri tarafından yönetiliyor olmasıdır derdim ama artık kesinlikle 1. Lig maçlarında üst klasman hakemi görmek istemiyorum. Üst klasman hakemleri, bu maçları aşağılık komplekslerini yenmek için bir fırsat olarak görüyorlar. 1. Lig takımlarında oynayan futbolcuları küçük gördüklerinden sahada onları sanki babalarıymış gibi azarlamaya falan çalışıyorlar. Mecburen de kendini ezdirmeyenler sarı kart görüyor, kaderine razı olanlar da sinirlenip performans düşüklüğü yaşıyorlar. TFF ve MHK'nın bu duruma dikkat etmesini tavsiye ederek maça dönelim. Gol henüz 12. dakikada geldiğinden maçı çevirmek için epey süre vardı ama rakip kulübede oturan adamın adı da Ziya Doğan'dı. Sayesinde 78 dakika boyunca şu manzarayı izledik: Karşıyaka, Çanakkale geçilmezi oynayan Konyaspor'un üzerine topu şişiriyor, karambol sonucu topu alan Konyalılar ilerideki tek adam Eser'i buluyor ve Eser'de topu taşıyabildiği kadar taşıyıp Karşıyakalılar'a geri teslim ediyor. Sonrasında ise her şey yeniden başlıyor. Sevgili Erdoğan Arıca da takımı alışmadığı bir sistemde oynatırken bir de Mutlu'dan iç orta saha yaratmaya çalışmak, Erçağ'ı sağ kanada hapsetmek gibi abuklukların peşine düşünce doğal olarak Karşıyaka da öyle çok zengin hücum varyasyonları falan sergileyemedi. Şişirilen toplar hep Konyalılar'ın önüne düştü ve doğal olarak beklenen gol bir türlü gelmedi. Basiretsizin son düdüğüyle beraber de 14'ün 15'e dönüşümü tamamlanmış oldu.

23 Mayıs 2010


Kralın şehrinde kralcılar ve kral çıplakçılar. Ne final ama! Olmadı maalesef ama yine de Madrid'de en iyi yardımcı senaryo ödülünün kesin favorisi bir karşılaşma vardı bu gece. Usta-çırak veya boynuz-kulak, nasıl benzetirseniz benzetin, gecenin adını Jose Mourinho ile Louis Van Gaal'in gecesinden başka türlü adlandırmak, onlardan rol çalmak pek mümkün değil gibiydi.

Bu maçın favorisi yok diyenleri haklı çıkartırcasına dengede başladı maç. 10'da Robben'in sağdan inişini ve 18'deki Sneijder'in serbest vuruşunu yüreklerin ağıza geldiği nadir pozisyonlar olarak not düşerken finallerden futbol adına çok da umutlu olmamak lazım söylemi içses olarak kulaklarımda çınlamaya başlıyordu. Ne var ki Arjantin'in son gözdesi Diego Milito rol çalmaya aday ilk isim olarak sahneye çıktı. 35'te Julio Cesar'ın 70 metrelik pas degaj karışımıyla başlayan fast-break'te Milito, kontrol, pas, ara pasına koşu ve son vuruş meziyetlerinin hepsinden bir tutam sergileyerek İtalyanlar'ı 1-0 öne geçirdi. Golden sonra Inter'in tavrının ne olacağı geri kalan dakikaların nasıl seyredeceği hakkında en önemli ipucu olacaktı. Mourinho bu golle yetinecek miydi yoksa rüzgarı arkasına alan takımına, öldürücü darbeyi vurmadan bırakmayın mı diyecekti? Portekizli tabii ki ikinci seçeneğin büyüsüne kapıldı ve ilk hedefiniz Akdeniz'dir emrini verdi. 43'te ilk golün asistine imza atan Sneijder skoru 2-0'a getirip maçın portresine son rötuşları işleyebilseydi Mourinho da kenarda "coşmamak elde mi böyle bir akşamda" diye avaz avaz bağırmaya başlardı herhalde ama yine de soyunma odasına ince bir tebessümle ulaşabildi.

İkinci yarıya ise iki takım da hop beyler ne yapıyorsunuz, bir sakin olun ya dedirtmek için çıktı sanki. Üst üste sonuçsuz kalan pozisyonlarla başlayan devre, ister istemez yavaş yavaş catenaccio'nun Mourinho soslu servisiyle bezenmeye başlıyordu ki Diego Milito, kimse kusura bakmasın, bu gecenin başrol oyuncusu benim dedi. 70'de çalımlarla ceza sahasına giren Arjantinli klas bir vuruşla köşeyi bulduğunda Mourinho geç de olsa şarkısını söylemeye başlıyordu. Bayern Munich'in bu geceki rakibi başka hangi takım olursa olsun bir umut ışığından söz edilebilirdi ama Mourinho'nun Inter'inin 20 dakikada değil üç, maçı uzatmaya götürecek iki golü bile yiyebileceğini iddia etmek mahallenin delisi olarak anılmaya başlamak demekti. Nitekim kalan dakikalar kaçınılmaz olanın gerçekleşmesini beklemekle geçti ve Inter, Şampiyonlar Ligi'ni iki farklı takımla kazanan üçüncü teknik adam olarak tarihe geçen Mourinho'nun önderliğinde tam 45 yıllık hasrete son vermiş oldu.

21 Mayıs 2010

Daha önce Spor İletişimi Sertifika Programı'ndan bahsetmiştim. Yaklaşık dört aydır devam eden kurs, bir süre önce ilk meyvesini verdi. Kursun öğrencileri olarak kendi aramızda pdf formatında bir dergi çıkartmaya başladık. İçinde çok değerli yazılar olduğunu düşünüyorum. Benim Bank Asya playoff yazısının da bulunduğu ikinci sayıyı yukarıdan inceleyebilirsiniz. Biliyorum, yorum yazmak bu blogun takipçilerinin pek adeti değil ama bu dergi hakkındaki olumlu-olumsuz yorumlarınızı iletirseniz çok sevinirim.

19 Mayıs 2010

Biraz geç bir yazı oldu biliyorum. İlk maçlar oynandı bile ama ancak bitirebildim maalesef. Çevreye gösterdiğimiz umursamaz tavır için özür dileriz. Maçlar hakkında da tek tek yazamayacağım. Maçların stresi aşırı fazla olduğu için pek yazabilecek gözle izleyemiyorum. Playoff'un sonunda genel bir izlenim yazmayı düşünüyorum.

Bank Asya 1. Lig'de oynanan son hafta mücadelelerinin ardından 2009-2010 sezonu 14 takım için sona erdi ama 4 tanesi, üçer tane daha maç yapmak zorunda. 17-23 Mayıs tarihleri arasında İstanbul’da toplanacak olan Adanaspor, Altay, Karşıyaka ve Konyaspor, Süper Lig’e yükselen üçüncü ve son takım olmak için mücadele edecekler. Peki bu takımlar buraya gelene kadar nasıl bir sezon geçirdiler?

Adanaspor

Adanaspor’un sezonu 7. haftada başladı demek hiç de yanlış olmaz. Dört kırmızı kartın çıktığı olaylı Boluspor maçının ardından istifa eden Ekrem Al’ın yerine gelen Kemal Kılıç’la birlikte çıkışa geçen Turuncu Beyazlılar kalan maçlarda 1. Lig’in sihirli formülü olan maç başına 2 puan ortalamasını tuttursalar da averajla Bucaspor’un arkasında kaldılar ve ligi 3. tamamladılar.

Adanaspor’un bu sezon oynadığı futbolu tanımlamak için en uygun kelime hırçın olacaktır. Sezonu 95 sarı ve 8 kırmızı kartla tamamlayarak sertlik konusunda kontrolsüz bir görüntü çizen Adanalı futbolcular ironik olarak aslında bir o kadar da temkinliydiler. Zira Adanaspor ligi en az gol yiyen 2. ekip olarak tamamlarken aynı zamanda az gol atan takımlardan da birisi oldular.

Kaleci Tolgahan’ın önünde duran Recep ve Ersan ikilisiyle birlikte işin savunma kısmını sağlama alan Adanaspor aynı uyumu ileri uçta yakalayamadı. Sık sık sakatlıklarla ve cezalarla da boğuşan genç kadro bir türlü istediği ikiliyi oluşturamadı. Eğer Fevzi’nin orta sahadan sağladığı katkı olmasa Emre Aktaş ve Mbilla ikilisinin vasatı aşamayan performanslarıyla Adana’nın buralalara kadar gelmesi mucize olurdu.

Adanaspor’da sezonun en büyük hayal kırıklığı ise hiç şüphesiz İlyas’tı. Kaptan saha içinde takımına bir türlü beklenen katkıyı veremedi ama saha dışında çok iyi çalıştı. Yaptığı açıklamalar ve ağabeylik ile takımın moralini hep üst seviyede tuttu ve adeta Kemal Kılıç’ın sağ kolu oldu.

Adana için sezonun belki de en önemli kazanımı ise 17 yaşındaki Okan Salmaz oldu. Özellikle ikinci devredeki maçlarda bol bol oynama şansı bulan genç oyuncu, orta sahadaki sağlam oyunuyla ilerisi için umut verdi. Onun yanı sıra 21 yaşındaki Talha Mayhoş da son haftalarda takımda yer bulmaya başlayan ve beğeni toplayan bir diğer genç isim oldu.

Her ne kadar son anda kaçan ikincilik üzücü olsa da Adanaspor için bu sezon elde ettikleri derece son derece iyi bir sonuç. Bu kadar genç bir kadroyla takımı buralara kadar taşıyan Kemal Kılıç’ı tebrik etmek gerekir. Playoff’ların ardından sonuç ne olursa olsun bu nüveyi korurlarsa ileride Adanaspor ismini çok daha sık ve iyi yerlerde duyarız.

Altay

Her ne kadar bu ligde istikrarlı olmak görece kötü bir şey olsa da Altay açık ara 1. Lig’in en istikrarlı takımı. Başkan da, teknik direktör de, oyuncular da değişse lig sonunda bulundukları sıra çok fazla değişmiyor. Hatta bu istikrarı sezon içerisinde de gösterdiler. İlk haftalardaki inişli çıkışlı periyodu saymazsak Altay’ın galibiyetleri hep seri halinde geldi. Sadece 28. haftadaki Samsunspor galibiyetinden sonraki hafta galip gelemediler. Tam dört defa üç haftalık seri yakalamalarına rağmen bu serileri hiç dört maça çıkaramadılar.

Açıkçası bu sezon Altay’dan büyük düşüş bekliyordum. Geçen sezona göre çok daha zayıf bir kadroları vardı ancak onlar, en iyi yaptıkları işi yine başardılar ve gençlerle tecrübelileri kaynaştırarak uyumlu bir ekip yarattılar. Altay adına bu sezon en dikkat çekici isim şüphesiz, ara transferde Galatasaray’a gideceği kesinleşen ama sezon sonuna kadar Altay’da kalan Musa Çağıran oldu. 19 yaşındaki genç orta saha oyuncusu bu sezon hem sağlam fiziği ve kesiciliğiyle hem de gol yollarındaki etkinliğiyle ön plan çıktı. Transfer olduktan sonra kendini nadasa bırakmayıp kora kor mücadeleye devam etmesi ise ekstradan alkış almasını sağladı. Onun haricinde bir diğer orta saha oyuncusu Musa Sinan, 8 golle takımının gol yükünü paylaşan Burak Çalık ve geçen sene sakatlıklarla boğuşmasına rağmen iyi bir performans sergileyen ve bu sene de kaldığı yerden devam eden Brezilyalı Tiago, Altay’ın dikkat çeken diğer genç oyuncularıydı.

Altay için sezonun en güzel sürprizi ise 15’lik Okay Yokuşlu oldu. Henüz ikinci maçında, 88. dakikada attığı golle hem takımına beraberliği getiren hem de 1. Lig’in tarihinde en genç gol atan oyuncu olan Okay, bir de galibiyet golü attığı ilerleyen haftalarda ciddi süreler alarak çok önemli tecrübe elde etti.

Tabii ki beklentileri karşılayamayan isimler de oldu. Transfer yasağı yüzünden yerlerine başkalarının gelmesi ihtimali olmamasına rağmen devre arasında takımdan gönderilen Okan Koç, Serkan Dökme ve Levent Kartop bu isimlerin başında geliyor. Özellikle bir dönemin en popüler futbolcularından Okan Koç’un istenmeyen adam haline gelmesi ibretlikti.

Teknik direktör konusuna da değinmeden geçmemek lazım. Sezona Fuat Yaman yönetiminde başlayan Altay, hocanın 2-0’lık Karşıyaka yenilgisi sonrası istifa etmesinin ardından koltuğu camianın sevilen isimlerinden Zagor lakaplı Zafer Bilgetay’a emanet etti. Bilgetay yönetiminde fena bir performans sergilemeyen ve son beş maçtır yenilmeyen Altay 4. olarak playoff’a kaldı ama Bilgetay playoff vizesini alamadı. Yönetim, final niteliğindeki bu maçlar için kendisi iyi tanınan ama takımı pek tanımayan Güvenç Kurtar’ı görevlendirdi. Böylesi riskli bir kararın Altay’ın kaderini ne yönde etkileyeceğini bekleyip göreceğiz ama camianın genel kanısı, son dakikada yapılan bu değişikliğin çok da hayırlı olmayacağı yönünde.

Karşıyaka

Beş maçlık seyircisiz oynama cezası, dört farklı teknik direktör, bütün sezon süren sürtüşmeler sonucu istifa eden bir yönetim, kadro dışı bırakılan oyuncular, kaptanlık değişiklikleri ve sezon sonunda beşincilik. Bu ortamda bundan daha fazlası da beklenemezdi herhalde.

Karşıyaka, sezona bir önceki yıl finalde kaybedilen şampiyonluğun sendromuyla başladı. Aradan aylar geçmiş ancak camia hala kendine gelememişti. Tam 22 futbolcu transfer edilip çekirdek de bozulunca ilk haftalarda bol bol puan kaybı yaşandı ve 11. haftadaki 3-0’lık Karabükspor mağlubiyeti ile 11. sıraya kadar gerilediler. Bu maç, sonsuz kredisi var diye düşünülen Reha Kapsal’ın sonu oldu. Kulübe son yıllardaki en iyi sezonunu yaşatan hocanın kovulması camiayı ikiye böldü. Yönetim uzun süre protesto edildi. Kriz ancak Onursal Başkan Selçuk Yaşar’ın araya girmesiyle çözülebildi. Böylesi bir ortamda Reha Kapsal’ın ardından göreve gelen Ümit Turmuş beklentilerin üzerinde bir performans sergileyerek takımı ilk altıya soksa da beklenmedik bir şekilde onun da görevine 10 hafta sonunda son verildi. Yerine idareten geçen Hakan Kayalar – Nihat Umut ikilisinin ardından da 28. haftada Karşıyaka, nihai teknik direktörü Erdoğan Arıca’ya kavuştu. Arıca döneminde tam 15 hafta sonra ilk altının dışına çıkarak playoff’u zora sokan Yeşil Kırmızılılar son bir atakla üç haftalık galibiyet serisi yakaladılar ve ligi beşinci sırada tamamlamayı başardılar.

Karşıyaka adına bu sezon en öne çıkan isim tecrübeli forvet Okan Öztürk oldu. Ligi 13 golle tamamlayan Okan, hem saha içinde hem de saha dışında takımın lideriydi. Bu sebeple daha ilk sezonunda kaptanlık görevine de getirildi. Onun dışında genç Taha da bu sezon çalışkanlığıyla övgü alan isimlerin başında geldi. Birçok futbolcunun adı bir sporcuya yakışmayacak olaylarla anılırken o profesyonelliği ile ağabeylerine örnek oldu. Orta sahadaki bitmek bilmeyen enerjisiyle de çoğu maçta takımın ayakta kalmasını sağladı.

En büyük hayal kırıklığı ise hiç şüphesiz defans hattıydı. Daha önce birlikte oynamış ve birbirini iyi tanıyan Fuat – Ufuk ikilisinin bir araya getirilmesiyle beklentiler hayli yükselmişti ama özellikle Ufuk bu beklentileri karşılamaktan çok uzaktı. Geçtiğimiz sezon gol krallığını 3. sırada tamamlayan Emrah Bozkurt ve daha önce bu ligde şampiyonluk yaşayan Serdar Sinik de hayal kırıklığı yaşatan diğer futbolculardı.

Genel itibariyle Karşıyaka pozitif futbol oynamaya çalışan ama sık teknik direktör değişiklikleri yüzünden idealini bir türlü bulamayan ve bu yüzden ne yapacağı kestirilemeyen bir ekip görüntüsü çizdi. Özellikle ilk 11’in şablonunun bir türlü oturmaması belki de Karşıyaka’nın ligi çok daha iyi bir pozisyonda bitirmesini engelledi.

Konyaspor

Konyaspor 2009-2010 sezonunun açık ara en dramatik takımıydı. Süper Lig’den yeni düşmenin kazandırdığı kadro avantajıyla hemen öne çıkıp liderliği aldılar. Artık herkes Konyaspor’un kesin şampiyon olacağını söylüyor ve ikincilik yarışı hakkında konuşuluyordu. 15. haftanın sonuna kadar da bu pozisyonlarını korudular ancak ne olduysa bundan sonra oldu. Giresunspor mağlubiyetiyle girilen fetret devrinden bir daha çıkış mümkün olmadı.

Büyük umutlarla ama transfer yapılamadan girilen ikinci yarı da mağlubiyetle başladı. Teknik direktör Hüsnü Özkara sürekli umut dolu açıklamalar yapsa da tünelin ucundaki ışık giderek azalıyordu ki kaçınılmaz olan gerçekleşti. 22. haftanın sonunda Özkara’nın işine son veren yönetim, yerine Altay’dan ayrılan Fuat Yaman’ı getirdi. Ne var ki bu değişim de düşüşe ilaç olmadı. Fuat Yaman’ın görevde kalabildiği beş haftada Konyaspor hiç kazanamadı. Üç mağlubiyet ve iki beraberliğin ardından Fuat Yaman da gönderildi ve yerini Ziya Doğan aldı.

Takımın ardı ardına tökezlemesi yetmezmiş gibi bu süreçte bir de şike skandalı patlak verdi. Takımın birinci kalecisi Recep Öztürk, Bochum Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında tutuklandı. Buna rağmen Konyasporlu futbolcular, aynı zamanda Ziya Doğan’ın ilk maçı olan sıradaki Kocaelispor mücadelesini kazanıp az da olsa moral bulmuşken çok daha üzücü bir olay meydana geldi. Takımın en önemli oyuncusu Branimir Poljac vahim bir trafik kazası geçirdi. Bir süre hayati tehlikesi devam eden Norveçli oyuncunun bundan sonraki hayatına felçli olarak devam edeceği açıklandı. Bu olayın üzüntüsüyle çıkılan Hacettepe maçı kaybedilse de Konyaspor, bundan sonraki haftalarda toparlanma sürecine girdi. Playoff’u garantilemiş olarak çıktıkları son haftadaki Altay maçına kadar bir daha hiç yenilmediler.

Şimdi önlerinde sadece üç tane maç var. Playoff oynayacak dört takım arasında en moralsiz olan onlar ama kadrolarının kalitesi ve Ziya Doğan faktörü hiç de yabana atılmamalarını gerektiriyor.

 
Meşale Kokusu