-->

6 Mayıs 2010


Geçen sene Yenikent'te, 5 maç ceza almamızla sonuçlanan olaylar hala hatırlarda. Bütün sezon biriken sinir, stres Playoff finalinin kaybedilmesiyle açığa çıkmış ve büyük bir facianın eşiğinden dönülmüştü. O gün ciddi bir yaralanma hatta ölüm yaşanmaması büyük şanstı.

O gün sahada mücadele eden kulüplerden Kasımpaşa şimdi Süper Lig'de. Karşıyaka ise Süper Lig şansını bir daha denemek için bu sene de Playoff oynayacak. Playofflar'ın yeri uzun süredir biliniyordu ancak stadlar tartışma konusuydu. Beklenti Ali Sami Yen ve İnönü'ydü. O yüzden bugün açıklanan karar büyük şaşkınlık yarattı. Maçlar 17, 20 ve 23 Mayıs tarihlerinde Ali Sami Yen ve Kasımpaşa stadlarında oynanacakmış.

Bu kararın üstüne elden gelen tek şey buyur buradan yak demek. Bu yapılan yangına körükle gitmekten başka bir şey değildir. Geçen sene Ankara'da 10000'e yakın Karşıyakalı vardı. Bu sene ulaşım ve konaklama imkanlarının zenginliği ve Karagümrüklüler'in de katılımıyla bu sayının 15000'in üzerine çıkması bekleniyor. Bu kadar yoğun katılımın beklendiği maçlar nasıl 10000 kişilik bir stada verilir? Hadi bu göz önüne alınmadı diyelim. Kasımpaşa'nın göbeğindeki stadın etrafında, Kasımpaşalılar ve Karşıyakalılar hatta Kasımpaşalılar ve Karagümrüklüler arasında olaylar çıkmasının kesin olduğu bilinmiyor mu? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Sonra da çıkacak ve vay efendim Karşıyakalılar şöyle böyle, her yerde olay çıkarıyorlar diyecekler. Yok öyle yağma. Bu stad değişmediği sürece çıkacak olayların bir numaralı sorumlusu Federasyon'dur. Skandal bir kararla insanları ateşe attılar.

Buradan Türkiye Futbol Federasyonu'na sesleniyorum. İstanbul'da onca stad var. Acilen girdiğiniz bu yoldan dönmeniz lazım. Bu kararın altında kalırsınız. Kendinizden başka kimseyi de suçlayamazsınız. Çıkabilecek değil çıkacak olaylardan bahsediyoruz. Orada bir kişinin kılına zarar gelse vebali sizin olur.


Şehir uzak, hava sıcak, gün çarşamba, saat 15:45. Bir tek, atletizm pistini saymazsak stad güzel ama yetmiyor işte ahvali düzeltmeye. Hali hazırda büyük maçlarda iyi futbol beklenmez diye yalandan bir avuntumuz da varken, minimum beklentilerle geçtim ekranın başına.

İstekli ama yorgun, bitkin, halsiz ve en önemlisi stresli. Fenerbahçe'nin maçın özellikle başındaki ve daha sonra genelindeki görüntüsünü bu şekilde özetlemek mümkün. Aksine Trabzonspor ise isteğin yanına enerjiyi de eklemiş bir toplulukla dizilmişti sahaya.

Vederson'un 11'de olduğu maçlarda ekranın soluna bir şerit çekmek lazım. Zira o olduğunda sol taraftan bir halt olmayacağı bariz. Bu durumda gözler Emre'ye ve Gökhan Gönül'e kayıyor ama bu maça onlar da çok farklı başlamadı. Trabzonspor ise göbeğe yığdığı Colman, Alanzinho ve Engin'le eşeğe basar gibi bastı ve hemen her baskıda topu kaparak direkt kaleye yöneldi. Bu şekilde gelişen bir atakta, daha 5. dakikada Umut pozisyonu ziyan etmese maç daha başlamadan bitmiş olacaktı. İlk yarı boyunca tekrar tekrar bu senaryoyu izledik. Trabzonspor yalandan hazırlık pası bile yaptırmadı Fenerbahçe'ye. Öyle ki 31. dakikada Alex 1. bölgeye kadar gelmek zorunda kaldı topu çıkartabilmek için. Dün sahada bildiğimiz, tanıdığımız Umut yerine, 2010'un başında hepimizi şaşkına çeviren Umut olsa maç tarihi farka gidebilirdi. Fenerbahçe'den intikam almaktan başka hiçbir şey düşünmeyen, kupayı falan zerre umursamayan Burak'ın saçmalıklarına ise denecek bir şey yok.

55. dakikada gelen Alex'in golü yanlış hatırlamıyorsam Fenerbahçe'nin kaleye ilk şutuydu. Şapka çıkartılacak bir gol olduğunu söylemeden geçmemek lazım ama kupayı getiren gol olmadığı da belliydi. Fenerbahçe'nin bu oyunla 35 dakika daha gol yememesi imkansızdı ki bir değil tam üç tane yediler. Skoru eşitleyen golde Umut'u bomboş bırakan Bilica bu haliyle bizim halı saha kadrosuna giremez. Engin'in golünde Fenerbahçe adına o ana kadar sahanın en iyisi olan Lugano'nun yaptığı gölge savunma da görülesiydi! 80. dakikada gelen bu golden sonra Fenerbahçe'nin maçı bırakması, Ömer Üründül'ün bile görebildiğini Daum'un görememesi falan olacak işler değil. Eh böyle olunca da Colman da geldi 90'da kaymağını koydu. Tam süper oldu.

Stratejik, jeopolitik, konjonktürel vs. her türlü önemi üst düzeyde bir maçtı. 27 yıllık hasret, Şenol Güneş sonrası dönemde oynadığı futbolla her şeyin en güzelini hak eden Trabzonspor'un, sezonu en azından kupayla kapatma ihtimali ve de iki hafta sonraki esas finalin provası...

Sonuç? 27 oldu 28. Trabzonspor hak ettiğini aldı. Provada da başrol oyuncusunu değiştirtti. 2 hafta sonraki maç için dünü baz alacaksak ağır favori Trabzonspor'dur. Tabii bu Fenerbahçe bu hafta Ankaragücü'nü geçip de kendini son haftaya sallayabilir mi? Orası da meçhul.

4 Mayıs 2010


Takım sporlarında, Avrupa'da sezonun en büyük sürprizine imza atan, mucizenin -Belgrad hali Partizan’da Final Four hazırlıkları tamam. Pionir’de Maccabi’yi, 20.000 kişilik orduyla deviren Sırplar’ın arkasında bu sefer çok daha fazla insan var. Paris’in Bercy salonunda taraftar desteğini daha az hissedecekler ama mucizenin dayanılmaz hafifliğine kapılan bütün basketbolseverlerin kalbi de onlarla birlikte atacak.

Efes Pilsen’in 2000’de Asvel’le oynadığı, yürek hoplatan serinin ardından Selanik’teki Final Four’a gidişinin üzerinden tam 10 yıl geçti. Efes Pilsen, bir maç sonra Avrupa’nın en büyüğü olacak Panathinaikos’a yarı finalde yenilmesine rağmen üçüncülük maçında Barcelona’yı devirerek teselli bulmuştu. Güzel günlerdi... O zamandan beri ne Efes Pilsen ne de başka bir Türk takımı bu başarıyı tekrarlayamadı. Kronik Türk istikrarsızlığını bile aratacak istikrarlı bir başarısızlık dönemine girdik. Ne var ki bu sefer yalnız değildik. Bu yıla gelene kadar geçen dokuz sezonda yalnızca beş ülke Final Four’a takım gönderebildi: İspanya, İtalya, İsrail, Rusya ve Yunanistan. Basketbolu zekâyla oynama hususunda zirvede bulunan ve hemen her sene dünya basketboluna bir süper yıldız armağan eden Yugoslav ekolü ülkeler bile bize eşlik ettiler. Vaziyetin sebepleri, özellikle bizimle ilgili olanlar bambaşka bir yazının, hatta yazı dizisinin konusu olur. O yüzden bu konuyu şimdilik rafa kaldırıp bu seneki Final Four’un ve onu özel kılan takımın hikâyesine dönelim.

Bu sene Paris’te yer alacak takımların hikâyeleri farklı kalemlerden ve farklı bakış açılarından sayısız kez yazılacak. Birçoğu finalin maç saati sıfırlandığında topu çemberden daha çok geçirmiş olana övgülerle dolu olacak ancak bana göre herkesin hikâyesinde, maçların sonundaki akibetleri ne olursa olsun başrolde yer alması gereken bir takım var: O da tabii ki Partizan. Beş ligin hegemonyasını, mütevazı ve bir o kadar da genç kadrolarına rağmen yıkarak Final Four biletini ceplerine koydular.

Sezon Sancılı Başladı

İmkansız görüneni başaran kadro galibiyet için kenetlenirken.

Dusko Vujosevic yönetimindeki Partizan, yolculuğa okulun pek de popüler olmayan, servis araçlarının ön koltuklarında oturan öğrencileri misali başladı. Sıradan görüntüleriyle kimsenin dikkatini çekmiyorlardı ancak sezon sonunda arkayı dörtleyenlerden biri olduklarında artık herkesin dilindeydiler.

Sezona Efes Pilsen’in de bulunduğu grupta, dört maçta yalnızca bir galibiyetle başladıklarında doğal olarak Top 16’ya bile kalamayacakları düşünülüyordu ancak Olympiacos’a karşı evlerinde oynadıkları beşinci maç kaderlerini yeniden yazdı. 26 Kasım’daki bu maçı da içine alan bir buçuk ayda ilk olarak bir darbe de grup lideri Unicaja Malaga’ya vurdular ve toplamda altı maçta dört galibiyet alarak grubu 3. sırada tamamlamayı başardılar. Bu dönemden bahsederken Aleks Maric için bir parantez açmamak olmaz. Birkaç ay öncesine kadar neredeyse kimsenin haberdar olmadığı, Euroleague’de ilk sezonunu geçiren Sırp asıllı Avustralyalı pivot aralık ayında tozu dumana kattı. İki defa haftanın MVP’si seçildiği ayı, 22 sayı ve 11,6 ribaunt ortalamalarıyla tamamladı. Doğal olarak aralık ayı bittiğinde ayın MVP’sinin karşısında da onun ismi yazıyordu.

Top 16’da Ölüm Grubu

Kecman ve Rasic, Barcelona galibiyetini kutluyor.

Ne var ki ocakta peri masalının sona erme ihtimali belirdi. Barcelona, Panathinaikos ve Maroussi’nin bulunduğu ölüm grubuna düşmüşler ve buralara kadar gelmelerini sağlayan Aleks Maric’i sakatlık yüzünden kaybetmişlerdi. Yunanistan’daki ilk maça, son şampiyonun evine giderlerken akıllarında tek düşünce vardı: İyi savunma yaparsak bir şansımız olabilir. Maçın başında evdeki hesap çarşıya uymadı. Yunan ekibi, Partizan potasına daha ilk yarıdan 42 sayı bıraktı ancak ne olduysa ikinci devrenin başlamasıyla oldu. Sırplar koca bir ikinci yarı yalnızca 17 sayı yediler ve 64-59’luk skorla OAKA’dan sezonun en büyük sürprizine imza atarak ayrıldılar. Maric’in eksikliğini hücumda 13 sayı atan 1990 doğumlu Jan Vesely, savunmada ise 4 blokla oynayan 2.29’luk Slavko Vranes kapatıyordu.

Ama görüp görebileceklerimiz sadece bu maçta yaşananlardan ibaret değildi; dahası da vardı. İkinci maçta rakip, sezonun tek namağlup takımı Barcelona’ydı. Partizan, her baskete gol kadar sevinen, ateşli deyip geçersek ayıp edeceğimiz, en iyisini bir acayip topluluk diyerek tanımlamaya çalışmaktan vazgeçerek yapacağımız taraftarı önünde maça 10-0’la başlıyor ve olacaklar hakkında sağlam ipuçları veriyordu. Kolay teslim olmaya hiç niyeti olmayan Barcelona toparlansa da maçı ancak uzatmaya taşıyabiliyor, sonunda sezonun ilk mağlubiyetine razı oluyordu. Bu iki galibiyetle kapıyı ardına kadar açan Partizan’a kalan maçlarda aldığı tek galibiyet, Barcelona’nın diğer bütün maçlarını kazanmasının da yardımıyla yeterli oldu ve kendilerini son şampiyonu saf dışı etmiş bir şekilde Playoff’ta buldular.

Son Kurban Maccabi

Pionir'de artık klasikleşen maç öncesi şovlardan birisi.

Playoff’ta rakip, bir sene ayrı kaldığı Final Four’a geri dönmek isteyen Maccabi Electra’ydı ancak gafletleri, isteklerine ağır bastı. Evlerinde 21 sayı öne geçtikleri ilk maçı 9’da 7 gibi insanüstü bir üçlük performansı sergileyen, bir zamanlar bu topraklara da uğrayıp aradığını bulamayan Dusan Kecman’ı durduramayarak Partizan’a teslim ettiklerinde ev sahibi avantajından çok daha fazlasını kaybettiler. İkinci maçı 20 sayı farkla kazansalar da Belgrad’da başlarına gelecekleri henüz bilmiyorlardı. 30 Mart ve 1 Nisan tarihlerindeki iki maçta Pionir’e toplanan güruh kadar etkili, istekli ve ne yaptığını bilen taraftar kitlesi basketbol tarihinde daha önce görülmüş müdür ya da bir daha görülür mü? Bu soruya, evet cevabı vermek hayli zor; böylesi bir ortamdan galibiyet çıkarmak daha da zor. Zaten çıkmadı da ve Partizan, 12 yıl sonra Final Four’a döndü. Bu iki maçta öne çıkan isim ise geçen yıl Mersin Büyükşehir Belediyesi’nde forma giyen Bo McCalebb’di (18 ve 19 sayı).

Artık önlerinde yalnızca iki maç var. 1992’de İstanbul’da elde ettikleri Avrupa’nın En Büyüğü unvanına yeniden ulaşma şansına sahipler. 7 Mayıs’taki ilk maç peri masalını başlatan galibiyeti aldıkları Olympiacos’a karşı. Kazanırlarsa finalde Barcelona – CSKA maçının galibi onları bekliyor olacak. Tabii ki Final Four, sıradan grup maçlarına benzemez. Bu sefer işleri çok daha zor. Normal olan, sessiz sedasız dördüncü olup şimdiye kadar yaptıklarıyla hatırlanmaları ama spora romantizm penceresinden bakabilenlerin tek bir arzusu var: Basketbolun gelenek ve kültüre dayandığını, 12 cesur yüreğin milyonlarca dolardan her zaman daha değerli olduğunu, cesaretli ve azimli olursanız ve de en önemlisi bu oyunu sadece oyunun kendisini sevdiğiniz için oynarsanız imkânsızın farazi bir kavrama dönüştüğünü kanıtlayanların şampiyonluğa ve unutulmaz mertebesine ulaşmasına şahit olmak.

 
Meşale Kokusu