-->

23 Ocak 2010



Harry Kewell'ın sakatlık skandalından sonra Galatasaraylılar isyan bayrağını çekmiş durumda. Daha önce de çok defa soru işaretlerine sebep olan sağlık ekibinin kellesini istiyorlar. Şakayla karışık olarak da Haldun Üstünel'den İngiltere'den futbolcunun yanı sıra sağlık ekibi transferi de yapmasını istiyorlar.

Aslında öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok. İzmir'e kadar gidip Op. Dr. Bülent Zeren'i bulmaları kafi. Kendisi Türkiye'nin bir numaralı, dünyanın da sayılı spor hekimlerinden. Aynı zamanda Karşıyaka Spor Adamları Derneği Başkanı. Uluslararası mecralarda makaleleri yayınlanan, kendi geliştirdiği tedavi yöntemleri tıp dünyasınca kabul gören bir isim. Hali hazırda Türkiye'den ve dünyadan pek çok sporcu kapısını aşındırmakta. Galatasaray da bir kapısını çalsın bence. Her seferinde mecbur kalıp, ta Almanyalar'da şifa aramalarına gerek kalmaz belki.



Dün akşam Fenerbahçe - Denizlispor maçını izlerken sızdığımdan bugün epey erken uyandım. Uzun zamandır sabah sayılan saatlerde kalkmıyordum. Güzel bir hafta sonu olacak diye düşünürken, pencereden dışarıya bakmamla moralim tavan yaptı. Bilirsiniz İzmirli bünyelerde karın yarattığı reaksiyon farklı olur. Her İzmirli'nin içinde kar gördüğünde ortaya çıkmayı bekleyen bir çocuk vardır.

Hem yapacak bir işimin olmaması hem de bu havada dışarıya çıkmanın mantık sınırları dışında olması sebebiyle günün neye ayrılacağı hemen belli oldu: Futbol! Bir süre aptal aptal yağan karı izledikten sonra Reader'da biriken 1000+ yazının başına oturdum. Yarısından çoğunu atlamış olsam da öğlene kadar azimle hepsini bitirdim. Okuduğum otuza yakın Jo yazısının hemen hemen hepsinin satın alma opsiyonu üzerine kurgulanmış olmasına rağmen, imza töreninde opsiyonun olmadığını öğrenmemiz ironikti.

Reader'ı sıfırlamamla beraber Yenilsen De Yensen De başladı. Anadolu takımlarının taraftarlarını konuk ettikleri için büyük beklentiyle izledim programı ama tam olarak beklediğimi bulduğumu söylememem. Benim hayalim Anadolu kulüplerine de normal birer kulüp muamelesinin yapılması ve bugüne kadar sanki hep o programda yer bulmuşlarcasına gündemin konuşulmasıydı. Tabii bu sefer onların da gündemini dahil ederek. Ancak, yine Anadolu kulüplerinin taraftarlarına yapılan uzaylı muamelesine yoğunlaşılarak, farkında olmadan aynı muamele yapıldı.



Programın bitişiyle gün boyu sürecek maç maratonuna başladım. Preston North End ve Chelsea arasındaki FA Cup karşılaşması günün ilk maçıydı. Maç klasik bir alt lig - üst lig kupa mücadelesi şeklinde başladı. Chelsea vakit kaybetmeden Preston yarı sahasını parsellerken, Prestonlılar ise mavilerin onlara bıraktığı tek alan olan kendi ceza sahalarının civarına doluştular. Ara sıra kontralarla gol arasalar da topun Chelsea'de olduğu her an topluca topun arkasına geçtiler. Ta ki 37. dakikaya kadar. Bu dakikada Prestonlılar bir anlık gafletle top yekün ileri çıkınca Anelka kontradan kilidi açan isim oldu. Bu golün hemen ardından Preston'ın yakaladığı fırsatta Darren Carter altıpastan Guiza vari bir vuruş yapınca devre arasına 1-0 ile gidildi. 2. yarının hemen başında Sturridge ile ikiyi bulan Chelsea turu cebine koyarken maçın zaten çok az olan heyecanını sona erdirmiş oldu. Bu dakikadan sonra rutine bağlanan maça 80'e kadar takılıp Almanya semalarına geçtim.



Bu hafta sonu daha çok maç izleyeceğiz ama hiçbirinin Werder Bremen - Bayern Munich maçından daha zevkli geçeceğine pek ihtimal veremiyorum. 90 dakika düşmeyen tempo ve en az 15 tane yüzde yüzlük gol pozisyonu... Almanya ligi zevksiz yae anlayışına selam eden bir mücadele oldu. 3-2'lik skor ilk bakışta denk bir mücadele olmuş izlenimi verse de Bayern'in bariz bir üstünlüğü vardı. Maç boyunca bir çok pozisyon harcayacak olan Robben bunlardan ilkini yakaladığında, Werder Bremen'li oyuncular daha maça başlayamamışlardı bile. Bayern bir an önce ilk darbeyi indirmeye çalışıyordu ki o ana kadar top oynamaya gelmiş gibi görünen tek Bremen'li Hunt, orta sahadan kendi çıkardığı topla Marin'in pasında ceza sahasının sol çaprazında tekrar buluştu ve sert bir vuruşla skoru 1-0 yaptı. Bu gol Bremen'in biraz rahatlamasını ve maça dahil olmasını sağlar diyordum ki beni yanıltarak iyiden iyiye sanki deplasman takımı onlarmış gibi oynamaya başladılar. Bayern ise adeta hiçbir şey olmamış gibi oynamaya devam etti ve önce 25'te Müller ile sonra da 36'da Olic'le ödüllerini aldılar. İki golün arasında üç tane de net pozisyon harcadılar. Böylece 5 olacak maçın ilk yarısı 2-1 bitti. Bu arada 42'de hakem, bariz gol şansında Müller'i düşüren Bremen kalecisi Wiese'yi oyundan atmayarak Bremen'in oyunda kalmasını sağladı.

İkinci yarıda ise daha derli toplu bir Bremen vardı ama gol pozisyonlarını cömertçe harcayan taraf yine Bayern'di. 70'de bir arkadaşım aradı. Daha gol olur mu maçta diye sordu. Bayern kesin atar bir tane daha, az kaldı dedim. 3 dakika sonra bütün maç yatan Mesut'un ortasında Almeida ile golün eşiğine gelen taraf ise Bremen oldu. Bu pozisyondan iki dakika sonra 75'te de yine Almeida ile fileleri sarsmayı başardılar ve durum 2-2'ye geldi. Ne var ki Bayern'in bu maçta puan kaybetmeyi hiç niyeti yoktu. Aynı ilk yedikleri golden sonraki gibi kaldıkları yerden devam ettiler. 3 dakika sonra da bütün maç gol kaçırma rekorları kıran Robben'in skoru belirleyen inanılmaz frikik golü geldi. Golden sonra Van Gaal'le yaşadıkları sevinç kesinlikle görülmeye değerdi. Van Gaal'i böyle görmek biraz sürpriz oldu. Kalan sürede Bremen bir gol daha bulsa da hakem hatalı bir ofsayt kararıyla golü iptal etti. Bir nevi verilmeyen kırmızı kartın diyeti gibiydi. Zaten açıkçası Bremen bu maçtan puan alsa yazık olurdu.

Sıradaki maçın Tottenham - Leeds United olmasını planlıyordum ama Bayern maçının gazıyla Almanya ligine bir şans daha verip Dortmund - Hamburg maçında karar kıldım. Ancak kısmet olmadı. Maçın hemen başında kapanmaya başlayan gözlerim açıldığında Valladolid, Barcelona kalesine yükleniyordu. Bu işte bir tuhaflık var, herhalde uyku sersemliği dememe kalmadan Barcelona iki dakikada iki golle işi bitirdi. İlk yarının geri kalanında Valladolid, Barcelona'nın ortalama bir rakibine göre daha etkin oynasa da maç genel olarak al Xavi sen oyna, yok Iniesta'cım buyur sen oyna, o zaman verelim Messi'ye o takılsın kıvamına geldiği için ufaktan Juventus - Roma maçına geçiyor ve haddinden fazla uzayan bu yazıyı da artık burada noktalıyorum. Kar yağışının hiç kimse için çile anlamına gelmediği bir İstanbul dileğiyle...

22 Ocak 2010



Her transfer döneminde olduğu gibi Fatih Tekke yine gündemin üst sıralarına yerleşti. Bir kere de adı anılmasa dişimi kıracağım artık. Peki Tekke'nin transferi bu sefer gerçekleşir mi? Bu soruya cevap verebilmek için hadisenin aktörlerinin kafalarından geçenleri iyi analiz etmek gerekiyor.

Taraftarlardan başlayalım. Trabzonspor taraftarı için Fatih Tekke artık bir ütopya halini aldı. Ne olursa olsun, Fatih o an dünyanın en formsuz forveti olsun, yine de bu transferi istiyorlar. Trabzonspor'u başarıya ancak Trabzonlular taşıyabilir mantığının bir sonucu.

Yönetim cephesinde ise durum bu kadar net değil. Taraftar kadar istekli olduklarını söylemek imkansız. Gutierrez için Güney Amerika'ya çıkarma yaparken, Fatih'e bir türlü ulaşamamalarının sebebi de bu. Ulaşamamak ne demek?

İsteksizliklerinin iki sebebi var. Birincisi para. Altı ay sonra sözleşmesi sona erecek bir futbolcuya bonservis vermeye yanaşmıyorlar ki bence haklılar. İkinci ve asıl sebep ise güç dengesi mevzusu. Fatih Tekke'nin bir anda gelip, herkesin ve her şeyin önüne geçmesini istemiyorlar.

Fatih ise tam da bunu istiyor: krallar gibi dönmek. Kendisi için uğraşıldığını görmek, ona mecbur olunduğunu hissetmek istiyor. Kulüp, havaalanının altında, gel imzayı at tarzı bir yaklaşım kesinlikle beklediği cinsten değil. İşte bu noktada da 'bizim çocuklarımız' anlayışının yarattığı çelişki ortaya çıkıyor. Beklentileri bu kadar içe dönük kurup, her fırsatta tek çare Trabzonlular derseniz illa ki birisi çıkıp buraların ağası benim der. O noktadan sonra da vay efendim sen kendini üstün mü görüyorsun demenin bir anlamı kalmaz.

Öte yandan Fatih'in belirli bir ücret beklentisi de var tabii. Doğal olarak Zenit'te kazandığından daha azını kazanmak istemiyor. Orada bir iki ay oynayıp, bir iki ay yan gelip yatarak kazandığı yüksek ücret tadını aldı bir kere.

Sonuç olarak manzara bu. Pek iç açıcı değil. Zaten şartlar çok uygun değildi. Yetmezmiş gibi bir de ağır sözler söylendi. İpler iyice kopma noktasına geldi. Bu saatten sonra bu transfer olur mu? Bence imkansız. Kısmet bir sonraki transfer dönemine. Yine olmazsa bir sonrakine. O zaman da olmazsa yine bir sonrakine...

21 Ocak 2010



Bugüne kadar yazılarımda tarafsızlığımı koruduğuma hatta bazen abarttığıma inanıyorum.Bu yüzden kendime bu yazıyı yazma hakkı tanıdım. Kusura bakmayasınız. Yazmazsam içimde kalacak.

Çoğu futbolsever gibi bazı istisnalar dışında hakem hatalarının art niyetten değil yeteneksizlikten kaynaklandığını düşünenlerdenim. Bu sebeple maçların ardından günlerce, hatta aylarca süren hakem tartışmalarına genellikle pek anlam veremem. Ancak, şu an o istisna durumlardan biriyle karşı karşıyayız.

Geçtiğimiz hafta sonu oynanan Karşıyaka - Adanaspor maçını yöneten Bülent Yıldırım, tarihin en kötü hakem performanslarından birini sergiledi. Uydurduğu penaltı konuşmaya bile değmeyecek cinsten. Ardından gösterdiği 8 sarı ve 1 kırmızı kart sabır sınırlarını zorladı. Ancak, maçın bitişinden sonra Adanasporlu futbolculara ben son pozisyonda ofsayt çalmadım ki, neden koşmadınız deyişine söylenecek herhangi bir söz yok.

Şu an hiç utanmıyorum, sıkılmıyorum. Açık açık, Bülent Yıldırım'ı hedef tahtasına koyuyorum. Bugüne kadar hakemlerin ön plana çıktığı çok maç oynadık ama ilk defa bir hakemin art niyetli olduğuna bu kadar eminim. Bundan sonra Karşıyaka'nın herhangi bir maçında Bülent Yıldırım'ı hakem olarak görürsem cidden olay çıkartır, tek başıma federasyona yürürüm. Bugüne kadar yönettiği 8 maçımızda tek bir galibiyetimiz olmayan Bülent Yıldırım'ı bir dokuzuncusunda görmeye gerçekten katlanamam.

20 Ocak 2010

Haftanın ve 2. devrenin açılış maçına Avea sponsorluğunda iki adet Türk Telekom tribünü bileti veriyoruz. Soruya ilk cevap veren iki kişi biletlerin sahibi olacak.

Fenerbahçe'nin şampiyon olduğu 9 Mayıs 2004 ve şampiyonluğu kaybettiği 14 Mayıs 2006 Denizlispor - Fenerbahçe maçlarının her ikisinde de 11'de olan futbolculardan üçünün ismini yazınız. Cevaplar iki takımdan da olabilir.

Cevapları yorum olarak bırakabilirsiniz.

Doğru cevapları en hızlı verenler sannti ve Ahmet oldu. Kendilerini tebrik ediyor ve iletişim bilgilerini rica ediyoruz.



Marsel İlhan ve Fernando Gonzalez arasında oynanan Avustralya Açık 2. tur mücadelesi, Türk tenisinin en büyük başarısı olan bir Grand Slam'de yalnızca tek bir tur atlamanın neden 2009 senesinde gerçekleştiğini anlamamız için ders niteliğindeydi.

Avustralya'da bulunan Türkler'in futbol takımı formalarıyla tribünlerde yaptıkları tezahüratlar, maça geliş amaçlarının ne olduğu hakkında çok net fikirler verdi. Şilililer'in de bizimkilerden aşağı kalır yanı yoktu. Hatta maçın bitişiyle sis bile yaktılar ama işin üçlü çekme boyutuna gelmesi anlatılmaz yaşanır cinsindendi.

Maçı izlediğim internet sitesinin chat odası ise en görülmeye değer olandı. 'Gösteremedi Türk'ün gücünü' tarzı yorumlar, Şilililer'e edilen küfürler kelimeleri kifayetsiz kıldı. Zor... Bu kafayla çok zor!

Bir not da Eurosport için. Tarafsızlık iyi, hoş şeydir ama bu kadar da değil. Marsel'i tuttuğu için özür dilemek, üstüne onun maçı esnasında başka maçı yayınlarken bile, Marsel'in maçından sık sık haber verdiği, o an pek az Türk izleyicinin umurunda olan diğer maça yeterince ağırlık veremediği için mahcup olmak en hafif tabirle saçmaydı. Yapmayın, etmeyin...



Hayrettin yapma, Hagi Hagi Hagi Hagi, kral attı gibi efsane replikleri kim unutabilir ki? Ercan Taner uzun yıllar boyunca özellikle derbi denince aklımıza gelen ilk isimdi. Onun ses rengi ve maçlara kattığı heyecan seyir zevkini zirveye taşıyan unsurların başlıcalarındandı.

Şüphesiz ki Ercan Taner son yıllarda bu topraklarda maç anlatmış en başarılı futbol spikeri. 90ların son döneminde ve 2000lerin başında alanında tekti. Belli başlı maçları ondan başkasının anlatabilme ihtimali yoktu.

Peki şu anki vaziyet? Maalesef Ercan Taner eski günlerinden epey uzakta. Bu kadar kısa sürede böylesine bir geriye gidiş hayret verici. Şahsen artık bir maçı Ercan Taner'in anlatacağını öğrendiğimde şöyle bir durup düşünmek zorunda kalıyorum.

Aradan geçen yıllarla birlikte ses renginin değişmesini anlayabilirim ama anlatımdaki baştan savmalık kabul edilebilir bir durum değil. Şu son 1-2 senede maalesef pası alan oyuncunun ismini söylemekten ve yerli yersiz bağırmaktan fazlasını veremiyor.

Üzgünüm ama Caner Eler önderliğindeki Eurosport tayfasının anlatımlarının tadını almış bünyeleri, bu anlatım tarzı kesmiyor. Artık Ercan Taner'in mikrofonu bırakıp, programlara ve kanal yönetimine ağırlık vermesi gerektiğini düşünüyorum. La Liga'da sıradan maçlar anlatmak yerine, derbilerin unutulmaz spikeri olarak hatırlanmak onun da isteyeceği bir şeydir sanırım.

19 Ocak 2010



Michael Jordan
Ronaldinho
Roger Federer
Michael Schumacher
Ronnie O'Sullivan
Colin McRae
Valentino Rossi
Maurice Greene
Haile Gebrselassie
Remy Bonjasky
Mike Tyson
Naim Süleymanoğlu
Michael Phelps

18 Ocak 2010



Şu yazıyı ellerim gitmeye gitmeye yazmıştım. 2000'li yılların tartışmasız en iyi ve benim izleyebildiğim en yetenekli futbolcunun daha otuzuna gelmeden emeklilik kıvamına adım adım yaklaştığını düşünüyordum ki işler bir anda tam tersine döndü. Ronaldinho yeniden futbol oynamaya karar verdi.

Ronaldinho ve Milan son üç aylık periyotta inanılmaz bir yükselişe geçti. Son 12 maçta 10 galibiyet aldılar. Dün oynanan Siena maçıyla da resmen geri döndük dediler. Ronaldinho ise yaptığı hattrick ile yüzlerimize kocaman birer tebessüm yerleştirdi.

Milan'ı günahım kadar sevmem ama at kuyruğun hatırına 'Go Milan' demekten kendimi alamıyorum. Yeter ki Ronaldinho şu fotoğrafın çekildiği 19.11.2005'deki unutulmaz Barça - Real maçındaki kadar formda ve mutlu olsun. Yeter ki Messi mi, Cristiano mu diye soranlara, durun bakalım daha Ronaldinho sahneden çekilmedi diyebilelim.


NK Maribor 2-1 Olimpija Ljubljana
9 Aralık 2009

17 Ocak 2010



Bir yayın ihalesini daha rekor bir meblağ ile geride bıraktık. Artık ortaya çıkan rakam azdır, çoktur diye tartışmak anlamsız. Malum her malın fiyatı piyasada belirlenir. Digiturk bana göre fiyat budur dedi ve ödemeye razı oldu. Demek ki ligimizin değeri buymuş.

Yalnız şimdilik göze pek batmayan önemli bir sıkıntı doğdu. Turkcell Süper Lig ile Bank Asya 1. Lig arasındaki uçurum inanılmaz açıldı. İhale sonucunda iki lig arasında oluşan yayın geliri farkı yaklaşık 8 kat. Tahmini rakamlarla önümüzdeki sezon Süper Lig'den düşen bir takım yaklaşık $15m gelir elde edecekken, 1 Lig'in şampiyonu bile $4-5m civarı bir parayla yetinecek.

Tercüme edersek, Süper Lig'e yükselen takımlar sudan çıkmış balığa dönecek ama 1. Lig'e düşenler otomatikman ligin ağabeyleri olacak. Mevcut şartlarda bile borç harç yüzünden düşmeyen takımlar, kadrolarını biraz korudukları anda otomatikman şampiyonluk adayı oluyorken, yeni sezonlarda asansör takım furyasının başlayacağını öngörmek çok da zor değil. Süper Lig'de elde ettiği geliri har vurup harman savurmayan her takımın, düştüğünün hemen ertesi sezon geri gelme ihtimali çok yüksek.

Önümüzdeki yarım sezon ve gelecek sezon 1. Lig ekipleri için çok kritik. Ondan sonra işin içine zengin Süper Lig'ciler girecek ve ezberler bozulacak. Bu yüzden transfer sezonu bitmeden iddialı hamlelerle karşılaşabiliriz. 2. devrede sürpriz takımları şampiyonluk yarışının içinde görürsek şaşırmamak lazım. Ne de olsa kaz gelecek yerden tavuk esirgenmezmiş. Şu an hiçbir yöneticinin üçün beşin hesabını yapacak pozisyonu kalmadı.

Bu arada TRT 1. Lig'in isim hakkını da aldı. Yani önümüzdeki sezondan itibaren Bank Asya isminin yerini TRT veya başka bir şirket alabilir. Gerçi bu kadar yatırım yaptıktan sonra Bank Asya, bırakmak istemeyecektir ama nihayet istikrara kavuşuyor sandığımız 1. Lig'in isim sponsorluğu yeniden el değiştirebilir.

 
Meşale Kokusu