-->

7 Nisan 2010


Bazı haberleri okumak, bana blog yazma sebebimi hatırlatıyor. Spor basınının istisna isimler haricindeki karaktersiz, haysiyetsiz ve satılık tavırlarıyla yüzleştikçe devam diyorum kendime. Durmak yok, yazmaya devam.

Bugün, sizler için planları ele geçirdik, ajan gibi çalıştık, yakılıp çöpe atılmış kağıdı son anda kurtarıp çok önemli bilgilere ulaştık tarzında sunulan ama aslında masa başında, ya büyük bir hayal gücüyle ya da sinsi Türk teknik direktörler lobisinin ricasıyla yazılan Neeskens gidecek, Türk yardımcı gelecek haberini okuyunca resmen midem kalktı.

Anladılar ki Rijkaard'ın kuyusunu kazmak mümkün değil, güçleri yetmiyor. Kendilerine, görece daha kolay bir hedef seçtiler. Çoban matı tutmadı, hele bir veziri alalım da şaha bakarız taktiğine geçtiler. Yazıklar olsun! Böyleleri için tek dileğim var: Umarım bir gün birileri de böyle haberleri yazarak veya yazdırarak insanların kariyerleriyle ve ekmekleriyle oynayanlara aynılarını yapar. Bunların kendi kendilerine düzelmeye niyeti yok çünkü. İlla ki tokat yemek istiyorlar kendilerine gelebilmek için.


Bugün birisi çıkıp da size, Barcelona'yı yenmenin formülünü buldum, şu kadara da satarım derse hiç çekinmeden meşe odununu beline beline verin. Yok çünkü öyle bir formül. Ancak çok şanslı gününüzde olacaksınız, top sizi isteyecek, rüzgar deniz tarafındaki kaleden esecek, kabotaj bayramının verdiği şevkle falan oynayacaksınız ki hasbelkader yenesiniz. Yoksa formül falan hikaye oğlu hikaye. Kuantum fiziğinden ilham alsanız bile Messi çıkıp 4 tane salladığında ne yapabilirsiniz ki?

Arsenal, Barcelona'ya en yakın futbolu oynayan takım dedik, belki kafa tutarlar dedik ama nafile. Ne de olsa en iyi iki diye bir şey yok bu hayatta. İşimize gelmediği zamanlarda itiraf edemesek de her konuda sadece bir en iyi var. En iyinin karşısına, en iyi olduğu konuda kafa tutmaya çalışarak çıkmak da öngörülenin aksine avantaj değil dezavantajmış.

FourFourTwo'nun bu ayki sayısında Gerard Pique'nin şöyle bir açıklaması var: "Savunmadayken ya da hücumdayken sürekli topla oynuyoruz. Real Madridliler ise topu kazanabilmek için çaba harcıyorlar." İşte Barcelona'yla salt Real Madrid değil, bütün diğer takımlar arasındaki farkı anlatan cümle budur. İsteseniz bile topa onlar gibi hakim olamazsınız.

En önemli özelliği topa "Barcelona gibi" hakim olmak olan bir takımın da bu şartlar altında başka türlü şeyler denemesi gerekiyordu ancak Fabregas, Arshavin, Gallas ve Van Persie gibi eksikleri varken Arsenal'in çok da bir opsiyonu yoktu. Bütün umutlarını hamlesi yavaş bir santraforun sırtına yükleyip Camp Nou'ya çıkmak zorunda kaldılar. Sonuç hüsran oldu tabii.

Frank Lampard, 2008'de Saraçoğlu'nda, 3-2 biten çeyrek final ilk maçından sonra bu skor Stamford Bridge'de hiçbir takıma yetmez demişti. O zamanın Chelsea'si için oldukça doğru bir önermeydi ve haklı da çıkmıştı. Günümüzde ise böyle bir iddiayı savunabilecek tek takım Barcelona bence. Hatta üçe, bir avans ekleyip dört bile diyebilirler. Şu aralar iki maçlı eliminasyon sisteminde, bir takımın Barcelona'yı elemesi mucizelere bağlı. Açıkçası "Special One" önderliğindeki Inter'in bile bu mucizeyi gerçekleştirebileceğine pek ihtimal vermiyorum. 20 Nisan'da çok zorlu bir 90 dakika bekliyor Mourinho'yu. Takımının karşısında, maçın son düdüğü çaldığında Giuseppe Meazza'yı balkabağına dönüştürmeye niyetli 11 bölüm sonu canavarı olacak.

Düzeltme: Dalgınlıkla 2-1'lik maç sonucunu 3-2 olarak hatırlamışım. Düzeltme için barkinturan'a teşekkürler.

5 Nisan 2010


Geçen sezon bozkırın ortasındaki Yenikent Stadı'nda, çevre dağlardan yankılanan tezahüratları bıçak gibi kesen ve Süper Lig'in kapılarını suratımıza kapatan gol tesadüf müydü? Tabii ki hayır! Bizden çok daha iyi bir takıma karşı ancak 90 dakika dayanabilmiş ve uzatmada acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıştık.

Peki Süper Lig'den ayrı geçen 14. sezonda, "İzmirli Biladerler"in en küçüğüne yenilip 15 hafta sonra ilk altının dışına çıkarken, onları daha ilk sezondan Süper Lig'e uğurlamamız tesadüf mü? Bu da değil. Zaten bir takım 14 sene boyunca yegane hedefini gerçekleştiremiyorsa tesadüften daha farklı bir şeyler öne sürmek gerekir. Hele ki düne kadar İzmir takımı dendiğinde kimsenin aklına gelmeyen, tarihinde hiç Süper Lig'e çıkmamış Bucaspor, daha 1. Lig'deki ilk sezonunda Süper Lig'e yükselmek üzereyken.

Bir de şunu sormak lazım o zaman. Bucaspor'un bu başarısı tesadüf mü? Bu soruya cevap vermek için İzmir'in diğer kulüplerinin yaptıklarıyla Bucaspor'un yaptıklarını karşılaştırmak lazım. Bucaspor farklı bir gelir kaynağı yarattı mı? Hayır! Çok üstün bir kadro kurdu mu? Ona da hayır! Altyapıya önem verdi mi? Kısmen! Tesisleşme gibi faaliyetlerde bulundu mu? Avantaj olarak sayılamayacak 6200 kişilik bir "saha" yaptı.

Şimdiye kadar pek bir fark yok. Demek ki yapmadıklarına bakmamız lazım. Bucaspor ne yapmadı? Öncelikle geçen sezonun şampiyon kadrosunu bozmadı. Milyarlık eşekleri takıma toparlayıp takım içinde dengesizlik yaratmadı. Don değiştirir gibi hoca değiştirmedi. Taraftarı düşman bellemedi. Kısacası hata yapmadı. Her yanlışın bir doğruyu götürdüğü ortamda belki çok fazla doğru iş yapmadı ama kendini, diğer İzmir kulüplerinin yıllardır inatla yaptığı yanlışlardan sakınmayı iyi bildi. O zaman bu başarıya da tesadüf diyemeyiz. Dersek ayıp ederiz.

Görünen o ki, "İzmir'in Süper Lig Hasreti" bu sezonun sonunda bitiyor. Kaderin cilvesine bakın ki İzmirliler'den çok futbol romantiklerini sevindirecek şekilde yaşanacak bu kavuşma. Artık sağda solda, ya koskoca İzmir'in bir takımı olmaz mı ligde lakırdısını duymayacağız belki ama İzmir sevinçten sokaklara da dökülmeyecek. Kısacası, Karşıyaka veya Göztepe çıksa yaşanacak cümbüşün belki de onda biri bile yaşanmayacak ama İzmir'in Süper Lig'de takımı olacak. Ne güzel değil mi? Bravo Karşıyaka! Bravo Göztepe!

4 Nisan 2010


Bugünden itibaren 'belirsiz' aralıklarla, yaklaşan 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nın nabzını tutacağım. Şampiyonaya bu kadar az kalmışken farkındalığın pek de yeterli seviyede olmadığını düşünüyorum. Kendi çapımda bu boşluğu doldurmaya çalışacağım.

Geçtiğimiz hafta şampiyona için önemli gelişmeler yaşandı. '150 Days To Go' kapsamında, 'Dev Buluşma' kampanyasının lansmanı yapıldı. Türkiye Spor Yazarları Derneği'nde yapılan basın toplantısında, kampanya için hazırlanan afişler ve reklam filmleri büyük beğeniyle karşılandı. Basın tarafından sadece üç soru sorulması, şampiyonaya bir yıl kala yapılan ve organizasyon komitesinin soru yağmuruna tutulduğu son toplantıdan beri önemli yol kat edildiğinin ve kafalardaki soru işaretlerinin önemli ölçüde yok olduğunun göstergesi gibiydi.

Aynı gün web sitesinin 3. ve son versiyonu da yayına başladı. Önceki versiyona göre görünüş olarak daha şık, içerik açısından da daha doyurucu bir siteyle karşı karşıyayız. İlerleyen günlerde ufak tefek eksikliklerin ve düzeltmelerin de tamamlanmasıyla "oldu bu" kıvamını yakalayacağız gibi görünüyor.

Öte yandan bir de kötü haber aldık. Malum, LeBron James kendi ağzından Türkiye'ye gelmeyebileceğini açıkladı. Haberi daha da kötü hale getiren ise gelmeyecekler listesine kontrat sezonunda olan Dwyane Wade, Chris Bosh ve Amare Stoudemire'ın da eklenme ihtimali. Çünkü bu oyuncuların gelmemeleri değil, gelememeleri söz konusu. Şöyle bir durum var: Sigorta şirketleri bir kontrata sahip olmayan oyuncuları sigortalamaya yanaşmıyorlar. Bu yüzden Amerika kadrosunun kampa gireceği tarihe (temmuz başı) kadar, bir takımla anlaşma imzalamamış oyuncuların isteseler bile şampiyonaya katılmaları çok zor. Hele ki LeBron James'in gideceği takıma karar vermeden önce o takımın diğer transferlerini bekleyeceğini düşünürsek gerçekten Türkiye'ye gelme ihtimali en düşük olan o. Kısacası, içinde benim de bulunduğum, LeBron'u dört gözle bekleyenler güruhunun çok da umutlanmaması gerekiyor.

 
Meşale Kokusu