-->

11 Aralık 2009



Hiç uzatmadan direk sorayım. Dün geceki Milwaukee - Toronto maçı neden yayınlanmadı? Indiana - Portland maçı daha mı ilgi çekiciydi? Akıllara hemen klasik cevap gelecektir: ya ama yayın akışını NBA TV belirliyor. Biz karışamıyoruz.

Peki Ntv ve Ntvspor ne işe yarıyor? Hidayet ve Mehmet'in her karşılaştığı maç, bir Ntv klasiği diye günler öncesinden reklamı yapılarak yayınlanıyor da bu sezon ikisinden de daha iyi performans gösteren, henüz 22 yaşındaki, geleceğin yıldızı Ersan neden es geçiliyor?

Şahsen, Ersan ile Hidayet'in karşılaşmasını, Memo - Hido arasındakine her türlü tercih ederim. Şu an aynı tercihi yapmayacak basketbolsever de çok azdır bence.

Kaan Kural sürekli Ersan'ı takip edin diyor da, siz maçlarını yayınlamazsanız biz nasıl takip edeceğiz sayın Kural? Nba.com'um maç istatistiklerinden mi?

Hiç hoşuma gitmiyor Ntv'yi eleştirmek. Blog'u takip edenler Ntv ailesini, kendi ailem gibi sevdiğimi bilir ama son zamanlarda sürekli eleştirmek zorunda kalıyorum. Sanki bir şeyler eskisi gibi değil artık...



Hoca orada laf anlatıyor. Bunlar neler yapıyor?



Fletcher'a da öğretse de beraber oynasalar.



Jens Lehmann, Stuttgart - Unirea Urziceni maçı esnasında, tuvalet ihtiyacını giderirken...

Top çarptı herhalde!

10 Aralık 2009



Rıdvan Dilmen, tarafsız yorumculuk tarzı, başarılı bahis tahminleri ve de tabii ki gol olur fenomeniyle kısa sürede her takımın taraftarının beğenisini kazandı. Zamanla futbolumuzun en önemli otoritelerinden biri haline geldi.

Öyle ki, insanlar neredeyse, maçlarda son düdük çaldığı anda Lig TV'yi kapatıp, Rıdvan Dilmen'li %100 Futbol programını açmaya başladı. Bakalım Rıdvan ne deyecek acaba diye sabit bir merak yerleşti.

Ne var ki hoca, son zamanlarda kontrolünü kaybetmeye başladı. İyiden iyiye bir sinir hali yerleşti üzerine. Özellikle Fenerbahçe'nin kaybettiği maçlardan sonra resmen burnundan solumaya, rakipleri hakkında da eskisi gibi tarafsız kalamamaya başladı. Özellikle Rijkaard için söyledikleri çok puan kaybettirdi Rıdvan Dilmen'e.

Son zamanlarda, gerek bloglarda, gerek sözlükte hakkında yazılanlara bakıyorum da, hiç iç açıcı yorumlar yok. O yoğun sempati, nötrleşmeye fırsat bulamadan, antipatiye dönüşmüş. Salı akşamı Beşiktaşlılar kahrolurken canlı yayında yaptığı yersiz espriler ve ciddiyetsiz tavrı da her şeyin üzerine tuz biber ekmiş oldu.

Bana kalırsa, Dilmen'in biraz gözlerden uzaklaşma vakti geldi. Anlıyorum, teknik direktörlük yerine böyle stressiz bir şekilde kat kat fazlasını kazanmak daha tercih edilesi bir seçenek ama asıl mesleğine verdiği ara altı seneye çıktı.

Bence hiç de başarısız olmadığı teknik direktörlüğe dönme vakti artık gelmiştir. Maç atmosferinden bu kadar uzak kalmaktan hala sıkılmadı mı acaba? Kemer Country veteran maçlarıyla nereye kadar? 'Şampiyon yap bizi, cehennemde yak bizi' tezahüratlarını özlemedin mi hoca?

9 Aralık 2009



Stiglitz daha önce hazırlamıştı bundan bir tane. UEFA'nın başlattığı oylama ile ben de kendi 11'imi seçtim. 7 isimde ve teknik direktörde aynı seçimleri yapmışız. Geri kalan 4 bölge için onun yedek olarak seçtiklerine bile yer vermemem ilginç. Acaba iki takım karşılaşsa hangisi kazanır?

Bu arada oy vermek isteyenler buradan yapabilir.



Eskiden, baya ağır nefret ederdim Aziz Yıldırım'dan. Antipatikliğin kitabının her gün ayrı bir sayfasını yazdığı zamanlardı. Ancak zamanla sempatimi kazanmaya başladı. Zira severim zeki adamı. Fenerbahçe'nin kulüp olarak son yıllarda gösterdiği gelişimde de aslan payının onun zekasına ait olduğu inkar edilemez. Aynı zamanda bu süreçte Aziz Yıldırım eskiye oranla televizyonlara daha az çıkmaya, sağa sola sallama işlerini azaltmaya başlamıştı.

Gel gelelim hafta sonundan beri makara başa sarmaya başladı. Yıldırım, rahat rahat federasyona ve hakemlere sallayabilmek için Kulüpler Birliği Başkanlığı görevinden istifa etti. Maksat Kulüpler Birliği Başkanı nasıl böyle konuşur dedirtmemek. Ardından da açtı ağzını, yumdu gözünü.

Bugün ise istifasını geri çekti. Peki ne anladık o zaman biz bu işten? Çocuk mu kandırıyorsun başkan? Ben de şimdi iki günlüğüne insanlıktan çıkıp, buradan sana döşensem, küfürün, hakaretin binini bir para yapsam, sonra da tamam, döndüm insanlığa, bir daha yapmayacağım desem olur mu? Olmaz... Seninki de olmaz ama huylu huyundan vazgeçmiyor işte. Bu istifa senaryolarını ilk defa izlemiyoruz maalesef. Alıştık artık Aziz Yıldırım'ın istifa sonrası geri viteslerine. Bundan öncekiler camiasını bağlar ama bu sefer tüm futbol kamuoyu salak yerine konuluyor. Şöyle bir dur bakalım demek lazım.



Kuzey Kore'nin devlet başkanı(diktatörü) Kim Jong Il, ülkesinin 44 yıl sonra ilk kez katılacağı Dünya Kupası maçlarının yayınını yasaklamış. Ancak Kuzey Kore sürpriz bir galibiyet alırsa, o maçın özeti yayınlanacak. Bu özet de Kuzey Kore'yi bariz bir şekilde daha iyi gösterecek şekilde sunulacak. Mesela sadece bir pozisyona girip 1-0 kazanırlarsa, özet sadece o pozisyondan oluşacak. Ayrıca staddaki reklamlar ve rakip takım taraftarları da sansürlenecek.

66' İngiltere'de İtalya'yı bir sıfır yenip çeyrek finale çıkarak büyük bir sürprize imza atmışlar ama bu sefer Brezilya, Fildişi Sahili ve Portekiz'in olduğu grupta gol bile atabilecekleri şüpheli. Olur da atabilirlerse ve buna rağmen yenilirlerse, haberlerde maçın sonucu söylenmeden, bugün yüce ulusumuz Portekiz'e bir gol attı mı denecek acaba? Akla ister istemez Orwell'in 1984'ü geliyor. 21. yüzyılda hala bu tarz haberler görmek gerçekten olacak iş değil. Akıl fikir...



2010 Dünya Kupası resmi müsabaka topu Jabulani'nin üretim videosu...

8 Aralık 2009

Hafta sonu oynanan Galatasaray - İstanbul B.B. maçının ardından Mustafa Sarp'ın yaptığı saçma açıklamaları ve aşırı kontrolsüz sinirlenmesi sonucu formasını yırtması en çok konuşulan konu oldu. Fanatik Galatasaraylılar bu hareketlerin ve açıklamaların çok doğru olduğunu savunsalar da, bence fanatizmden kör olan gözler yüzünden olaya objektif bakamıyorlar.

İlk olarak Sarp'ın maç sonu gelen golden sonra hakeme yağdırdığı küfürlerden bahsetmek lazım. Sen saha içinde görevini tam yapamıyorsun. Takımın görevini tam yapamıyor. Son dakikada gelen gole engel olamıyorsun. Ondan sonra kalkıyorsun, bunun suçlusu hakem diyorsun ve hakeme yağıyorsun. Hakemde ne yapsın? Bakıyor ki senin arkanda seyirci var. Ondan almışsın cesareti. Ortalık daha fazla karışmasın diye seni atamıyor oyundan. Ama sen yine de hızını alamıyorsun maç sonunda da hakemlere kendinizden utanın falan diyorsun.

Bence sen kendinden utan Mustafa Sarp. Zaten utanıyorum da dedin. Sen de kendini iyi tanımışsın belli ki bunu dediğine göre. Neymiş efendim? Mücadele etmek istiyormuş ama hakemler izin vermiyormuş. İngiltere liginde hakemler buna izin veriyormuş. Burada neden olmuyormuş? Burada neden olmadığını işine gelmediği için anlamıyorsundur. Senin takım arkadaşların ve sen her aldığın darbede yerde kalacaksın, hakemi yanına almaya çalışacaksın (bunu 3 büyük takımın futbolcuları için de söylüyorum), senin lehine verdiği kararların hepsi haklı olacak ama alehine verdiğinde formanı yırtacaksın. Sonra da neden böyle oluyor anlamayacaksın.

İngiltere ligini örnek veriyor bu arkadaş ama işine geldiği gibi tabii. Maçlardan sonra yenilgiyi ya da beraberliği hazmedemeyip de futbolcular hakeme saldırıyor mu İngiltere'de? Ya da çıkıp hakem yüzünden kaybettik gibi bahaneler buluyorlar mı? Yanlış karar verdi diye hakeme küfür yağdırıyorlar mı? Bu soruları kendine sormadan, cevaplarını vermeden, hakem şöyle yaptı böyle yaptı diyerek, hakemi seyircinin önüne atıp kendi ayıbını kapatmaya çalışmak, bizim futbolcularımızı İngiltere ligindekilerden ayıran farkları ama onlar bunları görmezden gelmeye alışmış.

Hakem Hüseyin Göçek, 1-2 önemsiz hatanın dışında GS'nin beraberliğine sebep olacak bir hata da yapmamasına rağmen bunları yaşamak zorunda kalıyor ama biz bu senaryolara alışığız Galatasaray'dan, Fenerbahçe'den, Beşiktaş'tan. Bu takımlar yenilir ya da berabere kalırsa ilk suçlu her zaman hakem olur. Hiç dönüp takımın yaptığı hatalara bakmazlar. Seyirciyi biz karşımıza almayalım, hakeme yıkalım ihaleyi mantığı bu. Mustafa da bu yolun yolcusu olduğunu belli etti.

Kısacası Türkiye'de işinin hakkını vermeyen diğerleri gibi Mustafa Sarp da aynı şeyi yapıp kendisine bakmadan başkasına saldırdı. Bunu yapana kadar çıksın sahaya topunu oynasın. Maçtan sonra kaybetmeyi hazmedip rakip takım oyuncusunun elini sıksın, tebrik etsin. Hakemin elini sıkıp soyunma odasına gitsin. Yalandan, taraftara şirin gözükmek için bu şovlara bulaşmasın. Yoksa onun da sonu diğer şovmenler gibi olur. Seyircisi bir arkasında olur, iki olur, üçüncüde küfürü kendisi yer. Örnek mi? Hasan Şaş...

7 Aralık 2009

Özellikle son iki sezonda, ilginç bir şehir efsanesi doğdu. Bank Asya 1. Lig, Turkcell Süper Lig'den daha kaliteliymiş. Şu lafı söyleyenler bir sezonda, kaç tane 1. Lig maçı izliyor gerçekten çok merak ediyorum. Belli ki önemi yüksek bir kaç maç veya belki de hiç. Eğer 1. Lig'i ciddi ciddi takip edip, hala bu iddianın arkasında duran varsa, onun da kalite anlayışından şüphe ederim.

Baktığımız zaman; futbolcular 2. sınıf, teknik direktörler 2. sınıf, hakemler 2. sınıf, stadlar 5. sınıf, yöneticiler 10. sınıf. Sahadaki en pahalı oyuncunun senede 500.000TL kazandığı, patates tarlasına dönmüş eğri büğrü stadlarda oynanan, 1000-2000 biletli seyircinin izlediği, okul turnuvası emanet edilmeyecek hakemlerin yönettiği, takımların başında hiç Süper Lig görmemiş birer teknik direktörün olduğu ve kimi zaman ticari, kimi zaman da siyasi propagandalarını yapmaktan başka hiçbir motivasyonu olmayan başkanlara sahip takımların maçlarından, nasıl oluyor da kaliteli bir lig ortaya çıkıyor? Tabii ki algıda seçicilik sayesinde.

Üç İstanbul takımı ilk üç sıranın dışında kaldığında ve hatta herhangi bir anadolu kulübüne puan kaybettiğinde bile, ortalığı ayağa kaldıranların, bu ne kalitesiz bir ligdir diyenlerin, nedense 1. Lig'de herkesin herkesi yenebilmesi, sürekli sıralamaların değişmesi, 5-6 takımın şampiyonluğa oynaması pek hoşlarına gidiyor. Yani kendi takımları puan kaybedince tu kaka, başkası kaybederse ala.

1. Lig'de, Süper Lig'den fazla olan tek bir şey var: rekabet. Ancak, maalesef kalitesizlikten kaynaklı bir rekabet. Bu, sözde kaliteli ligde, en kaliteli takım değil, kalitesizliği minimuma indiren takım şampiyon oluyor. Bunu başarabilen takım sayısı da bir sezonda ikiyi üçü geçmediğinden, herkesin herkesi yenebildiği bir lig çıkıyor ortaya. Bir bakıyorsunuz 10. sıradaki bir takım iki hafta içinde ilk altıya giriyor. Sonra üç hafta kazanamıyor ama rakipleri de kazanamıyor ve hala ilk altı içinde kalıyor. Sonra bir daha bir galibiyet serisi... Bu sefer aynı takımı ilk ikiye yaklaşırken görüyoruz. Sezon sonunda ise 14. sırada. Yani istikrarsızlık, bilinmezlik had safhada. Kaliteden söz etmek ise gerçekten güç.



Maçların D Spor'dan yayınlandığını da unutmamak lazım! Bu da kalitesizliği katlayan bir faktör. Yani aslında, şu haliyle 1. Lig'de oynanan maçları izlemek gerçekten insanın içini sıkan bir aktivite ama bu ligden bir takımın taraftarı olmak biraz farklı. 34 hafta boyunca ne yapacağını kestiremediğiniz bir takımı tutuyorsunuz. Şampiyonluk hedefiyle yola çıkıp küme de düşebilirsiniz. Ligde kalmayı hedefleyip Süper Lig'e de çıkabilirsiniz. Zaten sezon başında en az on takım şampiyonluk hedefi koyar. Tam bir heyecan fırtınası. Tabii sağlam bir kalbiniz olması şart. Zira böylesi bir strese dayanmak kolay iş değil.

Demem odur ki, bir takımın taraftarı değilseniz, alt liglere özel bir merakınız yoksa, 2. lig golcüleri tarzı geyikler yapmayı sevmiyorsanız ya da eskilerin muhabbetlerini dinlemek için açık tribüne girenlerden değilseniz hiç bulaşmayın; keyif almazsınız. Şu yazıyı okuduktan sonra da biri gelip, ya aslında 1. Lig daha kaliteli, orada acayip top oynanıyor derse, benim için şöyle bir bıyık altından gülersiniz.

 
Meşale Kokusu