-->

23 Nisan 2010

Varlığından, çoğu kişinin ironik bir şekilde, kuralsızlığın tek kural olduğu futbol programları sayesinde haberdar olduğu Kural Kitabı'nı çok duyduk; Çakar ve Toroğlu gibilerin biz aslında o kadar da boş adamlar değiliz intibası vermek için, bakın kural kitabında şöyle böyle yazar dediğine birçok kez şahit olduk ama bugüne kadar sanırım pek kimse bu kitabı görmemiştir.

Buraya tıklayarak 134 sayfalık futbolun anayasası da diyebileceğim bu kitabı inceleyebilir/okuyabilirsiniz. Ben üşenirim diyenlerin işini kolaylaştırayım. Meşhur 10 kusurlu hareket sayfa 32'de. Sarı ve kırmızı kartlık hareketler sayfa 34 ve 35'de. Çok tartışılan bariz gol şansı ile ilgili açıklamalar ise 122. sayfada.

Benim ilgimi çekenler veya yuh bunu nasıl bilmiyormuşum dediklerim şunlar oldu: Bir maçı, yerel olduğu sürece 90'a 90, yani kare bir sahada oynatmak kağıt üstünde mümkünmüş. Gol sevincinde, formayı sadece çıkartmak değil, kafaya geçirmek de sarı kartmış. Para atışını kazanan takımın topu seçme hakkı yokmuş. Yani soru, top mu kale mi değil, hangi kaleymiş. Seri penaltı atışları öncesinde kale seçimi para atışıyla değil, hakemin insiyatifiyle yapılırmış.

20 Nisan 2010


İlk şampiyona günlüğü yazısından beri 15 gün geçmiş. Arada da epey gelişme oldu. En önemlisi, şampiyonayı yakından ilgilendiren NBA'de normal sezon sona erdi. İki temsilcimizin takımları playoff'a kalırken Hidayet'li Raptors playoff'a kalamamak için elinden geleni ardına koymadı ve sonuç olarak Chicago Bulls'a geçilerek 9. sırada kaldılar. Ne yalan söyleyeyim, epey sevindim. Hidayet'in boşu boşuna dört maç daha debelenmesi yerine, aklını toplamak için daha fazla süresi olmasını tercih ederim. Tabii bu süreyi hangi reklamda oynayacağına karar vermek için kullanmaması şartıyla.

Mehmet Okur cephesinde ise maalesef çok kötü bir haber aldık. Uzun zaman sonra ilk kez milli takım için ciddi ciddi hazırlık yapan yıldızımızın aşil tendonu koptu. 8 ay sahalardan uzak kalması bekleniyor. İlk başta bu süre 3-4 ay olarak açıklanmıştı ama anlaşıldı ki Denver'daki doktor yanlış tanı koymuş. Türkiye'deki ve Utah'taki doktorlarının MR sonuçlarını incelemesiyle yırtık olduğu söylenen tendonun koptuğu ortaya çıktı. Gerçekten yazık oldu. Mehmet'ten bu sene, önceki senelerin acısını çıkaracak bir performans bekliyordum.

Ersan'lı Milwaukee ise Atlanta'ya bir boy ufak gelecek gibi görünüyor. Seri 4-0'a giderse şaşmamak lazım. Olup olacağı da 4-1 zaten. Pragmatik tavrım burada da devam ediyor. Şahsen bu sene şampiyonada beklentimiz olan bütün oyuncuların sezonu bir an önce kapatıp konsantrasyonlarını milli takıma yönlendirmelerini diliyorum. Ersan da tabii ki bu sene en fazla katkıyı beklediğimiz yıldızlardan. Bu sezon gösterdiği çıkışı 2010'da da sürdürmesi tek temennimiz.

Bu arada yapımı 17 yıl süren Sinan Erdem Spor Salonu'nun basına tanıtımı yapıldı. Tamamlanması kendisine kısmet olan Kadir Topbaş da gururlu bir edayla tanıtımdaki yerini aldı. Hakkında çokça soru işareti olan salonun beklenenden iyi durumda olması ve hazırlıkların son sürat devam ettiğinin görülmesi yüreklere su serpti. Bana göre finaller sırasında bu salonda kapasitesinin de yardımıyla oldukça görkemli manzaralar ortaya çıkacak.

Bir diğer gelişme ise maskotla ilgiliydi. Yapılan oylamanın sonucunda %62 oy alan Bascat maskotun ismi oldu. Bascat ismi ve hatta direkt maskotun kendisiyle ilgili ciddi eleştiriler hala sürüyor ancak şunu hatırlatmak isterim: Bir şampiyonanın ardından en az akılda kalan şey genellikle maskotudur. Şu an bundan önceki spor organizasyonlarından aklınızda kalan beş tane maskot ve ismini sayın desem eminim çoğunluk zorlanacaktır. Fransa'nın horozu banko; gerisi hikaye. O yüzden çok takılmamak lazım bu konuya.

Son olarak Tab Baldwin'ini de atlamamak lazım. Tecrübeli antrenör Lübnan'ın başına geçti ve gruplarda, şöhreti yakaladığı Yeni Zelanda'ya karşı mücadele edecek. Türkiye'de de iki dönem çalışmış ve önce büyük beğeni toplamış, sonra şaşırtmıştı. Bakalım, şampiyona için en çok heyecanlanan ülkelerden biri olan Lübnan'ın başında neler yapacak? Lübnanlılar resmi siteye açık ara en fazla yorum bırakan millet. Neredeyse şampiyona ile yatıp kalkıyorlar ama bu işler salt heyecan duymakla olmuyor tabii.

15 Nisan 2010


Bir alttaki yazıda bahsettiğim, Dünya Kupası'nın satılmayan bilet probleminin sebebi ortaya çıktı. Hadisenin ilgisizlik veya satın alma gücüyle pek de alakası yokmuş. Adamların tek derdi internetlerinin olmamasıymış. Trajikomik!


Dünya Kupası'na yaklaşıldığı tarihlerde Sepp Blatter'i Johannesburg pazarında tişörtünün üstünden takılmış bir sütyenle, tezgahın üstünde gel vatandaş diye bağırırken görürsem hiç şaşırmayacağım. Malum biletler satılamıyor. 2 aydan az süre kalmasına rağmen elde daha 500.000 bilet var. Dile kolay, tüketmeye zor.

FIFA bugüne kadar sadece internet kanalından satış yaptı ancak görüldü ki internet ve kredi kartı kavramlarına Güney Afrika halkı pek de aşina değilmiş. Daha önce bittiği açıklanan final maçı biletlerinin bile mevcut olduğu ortaya çıktı. Sonuç olarak tribünlerin boş kalma tehlikesini bertaraf etmek için biletler mecburen tezgaha düşürüldü. Bugünden itibaren biletler süpermarketlerde satılacak. Bu da tutmazsa, bizdeki marketlerin yılbaşında uyguladığı belli miktardaki alışverişin üstüne Milli Piyango bileti dağıtma kampanyasını denerler mi acaba?

Güney Afrika'da yıllık kişi başına milli gelir 4500$ civarı. Tabii ki beyaz halkın sayıca az olmalarına rağmen bu ortalamayı oldukça yükselttiği unutulmamalı. Ülkede normal bir futbol maçının bileti ortalama 2$. Yerel seyircilere ayırılan kale arkası tribünlerinin Dünya Kupası grup maçları için belirlenen ücreti ise 19$. Açılış maçı da 67$. Ücretler bizim için epey uygun tabii ama on katlık artış, alışmamış popoda sıkıntı yaratıyor.

Aslında bu durum gayet normal. Böyle olacağı; bu olmasa başka sorunların yaşanacağı çok önceden belliydi. İşte, esas sorun da bu zaten. Dünyanın en büyük ikinci spor organizasyonunda, bile bile lades demek kabul edilebilir bir durum değil. Sepp Blatter'in sayesinde seçildi Afrikalı delegelere bu şekilde diyet ödemesine göz yumulmamalıydı.

Tabii bu saatten sonra ne desek boş. Sadece başka aksilik çıkmamasını, özellikle de güvenlik konusunda bir zaafiyet yaşanmamasını dilemek gelir elimizden. Şöyle bir anektodla bitireyim: Güney Afrika'nın üzerindeki spor ambargosunun 1993'te kaldırılmasına istinaden FIFA'dan iki kişilik bir heyet, gerçekten uluslararası organizasyonlara katılmaya uygunlar mı diye kontrol etmek için Afrika'ya gider. Burada pek güzel ağırlanırlar; yedirilir, içirilirler ve işte o dönem Avrupa'ya, gördüklerinden çok hoşnut olarak dönen ikiliden, beş yıl sonra Afrikalı delegelerin büyük desteğiyle dünya futbolunun patronu olacak olan kişi Sepp Blatter'in ta kendisidir..

14 Nisan 2010

Tam 21 maçtır yenilmiyorlar. Kendi evlerindeki yenilmezlik serileri ise 2009 şubatından beri, yani bir yılı aşkın süredir devam ediyor. Geçen sezonun ikinci yarısında 31 puan toplayarak ikinci yarının en çok puan toplayan 3. takımı olmuşlardı ama ilk yarı yalnızca 18 puan alabildikleri için play off'un dışında kalmışlardı. 1. Lig'deki ikinci sezonlarında ise işi başından sıkı tuttular ve ligin bitimine dört hafta kala Süper Lig'e çıkmaya hak kazandılar.

Geçen sezonun rüzgarıyla girdikleri sezon öncesi kampında hiç yenilgiye uğramamaları birkaç ay sonra gelecek başarının habercisiydi aslında. Bugün kimsenin dilinden düşmeyen Emenike'nin yancısı Wasswa ile birlikte takıma çok çabuk uyum sağlamaları ve daha hazırlık maçlarından takımın hücumdaki vitesini yükseltmeleri bu süreçte çok önemliydi ve şampiyonlukta kilit rolleri üstleneceklerinin sinyaliydi adeta.

Karabükspor'un bu sezonki 11'ine geçen sezonki kadrodan beş futbolcuyu (Bülent Ataman, Bülent Bal, Şenol Akın, Hakan Söyler, Burak Akdiş) sokması, onları diğer takımlardan ayıran faktörlerden belki de en önemlisiydi. Bilindiği üzere 1. Lig'deki takımlar her sezon sıfırdan 11 kurmaya per meraklıdırlar. Bu isimlerin üzerine yapılan Yasin Avcı, Sertan Vardar ve Ömer Ateş gibi transferler de hep 11'e yönelikti. Yani alalım da bulunsun mantığıyla hareket etmediler. Sadece teknik direktör değişikliği yaşamaları düşündürücüydü ancak gördük ki Yücel İldiz'le kulübün dokusu tam uyuştu.

Sezon başlarken ligdeki takımların genelinin aksine hedefimiz şampiyonluk demediler ve ilk altıyı işaret ettiler. Gerçekten de ilk haftalardaki performansları, sene sonunda kendilerine ancak ilk altıda yer bulabilirmiş intibası verdi. Ne var ki özellikle 10. haftadan sonra inanılmaz bir yükseliş trendine girdiler. 10. ve 15. haftalar arasındaki 6 maçta 24 gol bulmaları o dönemde Türkiye'nin Barcelona'sı olarak anılmalarını sağladı. Ardından gelen haftalarda da performanslarını hiç düşürmemeyi başardılar ve 16. haftada ele geçirdikleri liderliğe sıkı sıkı sarılarak bugüne kadar geldiler. Bu başarıda emeği geçenlerin hepsini canı gönülden tebrik etmek gerekiyor. Sonuna kadar hak ederek müthiş bir işe imza attılar. Onca kaşarlanmış takımın arasından güzel futbol oynayarak, eze eze, daha ikinci sezondan nasıl Süper Lig'e çıkılacağının dersini verdiler.

Şimdi önlerinde çok daha zorlu bir hedef var: Süper Lig'de kalıcı olmak. Şüphesiz çok büyük dezavantajları var. Onların ayrı olduğu dönemde Süper Lig çok değişti ve çok gelişti. Uyum sağlamaları zaman alacaktır. Kadrolarının ne kadar yeterli olduğu veya hangi oyuncuları elde tutabilecekleri en önemli soru işaretleri. Ayrıca 6500 kişi kapasiteli stadlarıyla da tesis olarak ligin en zayıf ekibi olacaklar. Tribün desteğinde ve gelirinde neredeyse bütün takımları geriden takip edecekler. Şu an görünen tek avantajları ise özlem. Çok özledikleri Süper Lig'e şehir olarak sonuna kadar asılacaklardır. Umarım hayal kırıklığı yaşamazlar. Bulunduğu yeri hak etmeyen o kadar takım var ki; yazık olur.

Tebrikler ve başarılar Karabük.

13 Nisan 2010


Gördük ki şikayetimizi Star TV'ye iletmenin bize bir faydası olmayacak. Bu yüzden işi bir adım ileriye taşımak gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda direkt olarak UEFA'ya ilettiğim şikayetimi bulabilirsiniz. Desteklemek isteyenler aşağıdaki veya kendi düşüncelerini ileten bir metini info@uefa.com adresine gönderebilirler.

To whom it may concern;

I am a football fan from Turkey. As you may presume, the ultimate club competition, UEFA Champions Leauge is one of the most important joys of my life. Taking my place in front of TV on Tuesdays and Wednesdays to witness top class football for two hours beginning with the classic and rousing theme song has been a tradition for me since my childhood. However, this season I haven't been able to watch many matches because our local broadcaster decided to use UEFA Champions League as a promotional tool.

For many years, matches had been broadcasted by Star TV in Turkey. A while ago, owner of this channel set up a pay TV system called D Smart which is a terrible failure that hardly generates income. So they began to apply constraining measures and therefore have been broadcasting especially the important matches on this new platform's channels to encourage people to buy their receiver. The situation creates inconvenience for the vast majority of Turkish people who haven't bought and probably never will buy the poor quality they are trying to sell. For example, only a little portion of Turkish football fans were able to watch the spectacular Barcelona - Arsenal match.

What they are trying to do may not be against the laws or rules but it is for sure that they decrease the value of the most valuable asset you own by using it as a toy. Furthermore, their acts are against your policy to spread football through the Europe and the world by limiting the audience who are able to watch the matches.

Consequently, I humbly ask you to keep an eye on what's going on here in Turkey and take measures if you eventually agree with me. If you don't do so, they will probably soon be out of control due to their phenomenal greed.

Kind regards


Gelen talep üzerine metinin Türkçe'sini de ekliyorum:

İlgili kişiye,

Ben Türkiye’den bir futbolseverim. Tahmin edebileceğiniz gibi kulüpler seviyesindeki en büyük mücadele olan UEFA Şampiyonlar Ligi, hayatımın en önemli eğlencelerinden birisi. Çocukluğumdan beri salı ve çarşamba günleri, o heyecan verici ve klasikleşmiş şarkıyla başlayan iki saatlik üst düzey futbola şahit olmak için ekran başına geçmek benim için bir gelenek halini almıştır. Ne var ki, bu sezon maçların çoğunu izleyemedim çünkü yerel yayıncımız UEFA Şampiyonlar Ligi’ni bir promosyon aracı olarak kullanmaya karar verdi.

Yıllardan beri Türkiye’de maçları Star TV yayınlar. Bir süre önce bu kanalın sahibi D Smart isimli bir ücretli yayın sistemi kurdu ancak bu girişim tam bir başarısızlığa dönüştü ve kar edemez hale geldi. Bu yüzden zorlayıcı önlemler almaya ve bu amaçla en önemli maçları bu platformdan yayınlayarak insanları satın almaya özendirmeye çalışmaya başladılar. Bu durum kendilerinin sunduğu kalitesiz hizmeti satın almayan ve muhtemelen hiçbir zaman almayacak olan Türk halkının büyük çoğunluğunu zor durumda bırakmaktadır. Örneğin muhteşem Barcelona – Arsenal maçını Türk futbolseverlerin sadece çok ufak bir kısmı izleyebildi.

Yapmaya çalıştıkları şey, yasalara veya kurallara aykırı olmayabilir ancak elinizdeki en kıymetli ürünü oyuncak olarak kullanarak değerini düşürdükleri kesin. Ayrıca maçları izleyebilen seyirci sayısını kısıtlayarak da futbolu Avrupa’ya ve dünyaya yayma politikanızla çelişiyorlar.

Sonuç olarak, sizden Türkiye’de olan biteni takip etmenizi ve benimle aynı kanıya varmanız halinde bazı önlemler almanızı rica ediyorum. Eğer bunu yapmazsanız inanılmaz açgözlülükleri yüzünden muhtemelen yakında kontrolden çıkacaklar.

Saygılarımla

12 Nisan 2010


Portsmouth'un ahval ve şeraiti herkesin malumu. Aylardır sığınacak bir liman arıyorlar ama her yanaştıkları da Tuzla tersanelerinden farksız çıktı. Bu karabasanın arasında her sene Avrupa'nın en az bir liginde görmeye alıştığımız ama bizim topraklarda 'dahiyane' bir aklın ürünü statü yüzünden pek gerçekleşemeyen kupa sürprizini gerçekleştirdiler ve tarihin en eski kupası FA Cup'ta finale çıktılar.

Finalde rakip Chelsea. Hem iyi hem de kötü şans. Kötü çünkü kazanma şansları takdir edersiniz ki çok az. İyi tarafı ise Chelsea'nin Şampiyonlar Ligi'ne gidecek olmasından ötürü Portsmouth'un finalist kontenjanından Avrupa Ligi'ne gidişinin garantilenmesi. Ancak işin aslı böyle değil. Portsmouth'un önümüzdeki sene mücadele edebileceği yegane kupalar yine yerel olanlar olacak. Çünkü son başvuru tarihi 1 Mart olan UEFA Lisansı'na haklı olarak Avrupa'yla falan işleri olmayacağını düşündüklerinden başvurmadılar. Maalesef bu lisansa sahip olmayan takımların da hiçbir şekilde uluslararası şampiyonalara katılmaları mümkün değil.

İçinde bulunduğumuz sezonda aynı dertten muzdarip olan altı takım var. Bunlar İsrail'den Beitar Jerusalem (kupa şampiyonu), Letonya'dan Daugava Daugavpils (kupa şampiyonu), Bosna Hersek'ten Sloboda Tuzla ve Borac Banja Luka, Estonya'dan TVMK Tallinn ve Ermenistan'dan Ararat Yerevan. Seneye böyle bir liste yapıldığında aralarında Portsmouth da olacak ve listedeki takımların liglerini göz önünde bulundurursak bir İngiliz takımı olarak haliyle aralarında epey sırıtacak. Sanırım liglerinin marka değerini her şeyin üzerinde tutan İngilizler bugünlerde bu konuya epey kafa yoruyorlardır; nasıl oldu da böyle bir şey oldu diye.

Onlar ve fotoğraftaki 'abi' kadar olmasa da ben de üzüldüm bu duruma. Özel sempatim olan takımlardan birisidir 'Pompey'. Keşke sonları böyle olmasaydı. En çok da bu zor şartlarda gurur mücadelesi vererek Avrupa bileti alan futbolculara yazık oldu. Ne diyeyim? Umarım en kısa sürede toparlanıp geri dönerler.

11 Nisan 2010


Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği'nin yayınladığı "Türk Futbol Kulüpleri Yönetim Rehberi" adlı kitaptan bir pasaj:

"Ülke, Avrupa'nın gelişmiş ligleri içinde hem lisanslama hem de kurumsal yönetim uygulamalarında geride gözükmektedir. Halka açık olan firmaların takip etmek zorunda oldukları zorunlu kurumsal yönetim ilkeleri dışında, diğer kulüpler için hiçbir uygulama yoktur.

Ülke çapında lisanslama kriterleri de oldukça zayıftır; icra ve denetimde kuvvetler ayrılığı uygulanmamaktadır. Zorunlu lisanslama kriterlerinde mali ilkeler ve dolayısıyla şeffaflık uygulaması yoktur. Federasyona kayıt, hissedarların isimlerinin bildirilmesi, yöneticilerin isimlerinin bildirilmesi gibi bazı işlemler mevcut olmakla birlikte, bunun dışında federasyon kulüplerle düzenleyici bir ilişkide değildir."

Hangi ülkeden bahsedildiğini tahmin etmek güç değil. Mevzu bahis ülke tabii ki, Avrupa'nın asi ve aykırı çocuğu, eski kıtanın bize en çok benzeyeni İtalya. Biz çoğu zaman bu benzerliği, kusurlarımızı ve ayıplarımızı örtmek için, ne var canım İtalya da bizim gibi işte diyerek kullanırız. Ne var ki biraz gözümüzü açsak fena olmayacak.

Çok yakın bir tarihe kadar, uluslararası arenada, hem milli takımıyla hem de kulüp takımlarıyla kupa üstüne kupa kaldırmaya alışmış ve de Avrupa'nın üç büyük liginden biri olduğu konusunda herkesin hemfikir olduğu İtalya için o günler mazi olmak üzere. Diğer liglerde gerçekleşen yeniden yapılanma ve atılımları, ısrarla uzaktan seyretmeyi tercih ettiklerinden bugün, liglerin gerçek sıralamasını gösteren ülke puanı sıralamasında Almanya'nın gerisine düşmek üzereler. Bu gerçekleştikten sonra da bir daha ilk üçe ne zaman dönebilecekleri meçhul.

İşte bu noktada bizim de en az onlar kadar bir durup düşünmeye, kendimize çeki düzen vermeye ihtiyacımız var. Yarın hazır ulusal rejime başlama günümüz pazartesi olduğundan hemen Premier Lig olma çalışmalarına başlayalım demiyorum ama en azından artık kendisine Türkiye'de bile yayıncı bulmakta zorlanan İtalya olmamaya, onlarla olan benzerliklerimizi ortadan kaldırmaya çalışsak bile yeter bence.

7 Nisan 2010


Bazı haberleri okumak, bana blog yazma sebebimi hatırlatıyor. Spor basınının istisna isimler haricindeki karaktersiz, haysiyetsiz ve satılık tavırlarıyla yüzleştikçe devam diyorum kendime. Durmak yok, yazmaya devam.

Bugün, sizler için planları ele geçirdik, ajan gibi çalıştık, yakılıp çöpe atılmış kağıdı son anda kurtarıp çok önemli bilgilere ulaştık tarzında sunulan ama aslında masa başında, ya büyük bir hayal gücüyle ya da sinsi Türk teknik direktörler lobisinin ricasıyla yazılan Neeskens gidecek, Türk yardımcı gelecek haberini okuyunca resmen midem kalktı.

Anladılar ki Rijkaard'ın kuyusunu kazmak mümkün değil, güçleri yetmiyor. Kendilerine, görece daha kolay bir hedef seçtiler. Çoban matı tutmadı, hele bir veziri alalım da şaha bakarız taktiğine geçtiler. Yazıklar olsun! Böyleleri için tek dileğim var: Umarım bir gün birileri de böyle haberleri yazarak veya yazdırarak insanların kariyerleriyle ve ekmekleriyle oynayanlara aynılarını yapar. Bunların kendi kendilerine düzelmeye niyeti yok çünkü. İlla ki tokat yemek istiyorlar kendilerine gelebilmek için.


Bugün birisi çıkıp da size, Barcelona'yı yenmenin formülünü buldum, şu kadara da satarım derse hiç çekinmeden meşe odununu beline beline verin. Yok çünkü öyle bir formül. Ancak çok şanslı gününüzde olacaksınız, top sizi isteyecek, rüzgar deniz tarafındaki kaleden esecek, kabotaj bayramının verdiği şevkle falan oynayacaksınız ki hasbelkader yenesiniz. Yoksa formül falan hikaye oğlu hikaye. Kuantum fiziğinden ilham alsanız bile Messi çıkıp 4 tane salladığında ne yapabilirsiniz ki?

Arsenal, Barcelona'ya en yakın futbolu oynayan takım dedik, belki kafa tutarlar dedik ama nafile. Ne de olsa en iyi iki diye bir şey yok bu hayatta. İşimize gelmediği zamanlarda itiraf edemesek de her konuda sadece bir en iyi var. En iyinin karşısına, en iyi olduğu konuda kafa tutmaya çalışarak çıkmak da öngörülenin aksine avantaj değil dezavantajmış.

FourFourTwo'nun bu ayki sayısında Gerard Pique'nin şöyle bir açıklaması var: "Savunmadayken ya da hücumdayken sürekli topla oynuyoruz. Real Madridliler ise topu kazanabilmek için çaba harcıyorlar." İşte Barcelona'yla salt Real Madrid değil, bütün diğer takımlar arasındaki farkı anlatan cümle budur. İsteseniz bile topa onlar gibi hakim olamazsınız.

En önemli özelliği topa "Barcelona gibi" hakim olmak olan bir takımın da bu şartlar altında başka türlü şeyler denemesi gerekiyordu ancak Fabregas, Arshavin, Gallas ve Van Persie gibi eksikleri varken Arsenal'in çok da bir opsiyonu yoktu. Bütün umutlarını hamlesi yavaş bir santraforun sırtına yükleyip Camp Nou'ya çıkmak zorunda kaldılar. Sonuç hüsran oldu tabii.

Frank Lampard, 2008'de Saraçoğlu'nda, 3-2 biten çeyrek final ilk maçından sonra bu skor Stamford Bridge'de hiçbir takıma yetmez demişti. O zamanın Chelsea'si için oldukça doğru bir önermeydi ve haklı da çıkmıştı. Günümüzde ise böyle bir iddiayı savunabilecek tek takım Barcelona bence. Hatta üçe, bir avans ekleyip dört bile diyebilirler. Şu aralar iki maçlı eliminasyon sisteminde, bir takımın Barcelona'yı elemesi mucizelere bağlı. Açıkçası "Special One" önderliğindeki Inter'in bile bu mucizeyi gerçekleştirebileceğine pek ihtimal vermiyorum. 20 Nisan'da çok zorlu bir 90 dakika bekliyor Mourinho'yu. Takımının karşısında, maçın son düdüğü çaldığında Giuseppe Meazza'yı balkabağına dönüştürmeye niyetli 11 bölüm sonu canavarı olacak.

Düzeltme: Dalgınlıkla 2-1'lik maç sonucunu 3-2 olarak hatırlamışım. Düzeltme için barkinturan'a teşekkürler.

5 Nisan 2010


Geçen sezon bozkırın ortasındaki Yenikent Stadı'nda, çevre dağlardan yankılanan tezahüratları bıçak gibi kesen ve Süper Lig'in kapılarını suratımıza kapatan gol tesadüf müydü? Tabii ki hayır! Bizden çok daha iyi bir takıma karşı ancak 90 dakika dayanabilmiş ve uzatmada acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalmıştık.

Peki Süper Lig'den ayrı geçen 14. sezonda, "İzmirli Biladerler"in en küçüğüne yenilip 15 hafta sonra ilk altının dışına çıkarken, onları daha ilk sezondan Süper Lig'e uğurlamamız tesadüf mü? Bu da değil. Zaten bir takım 14 sene boyunca yegane hedefini gerçekleştiremiyorsa tesadüften daha farklı bir şeyler öne sürmek gerekir. Hele ki düne kadar İzmir takımı dendiğinde kimsenin aklına gelmeyen, tarihinde hiç Süper Lig'e çıkmamış Bucaspor, daha 1. Lig'deki ilk sezonunda Süper Lig'e yükselmek üzereyken.

Bir de şunu sormak lazım o zaman. Bucaspor'un bu başarısı tesadüf mü? Bu soruya cevap vermek için İzmir'in diğer kulüplerinin yaptıklarıyla Bucaspor'un yaptıklarını karşılaştırmak lazım. Bucaspor farklı bir gelir kaynağı yarattı mı? Hayır! Çok üstün bir kadro kurdu mu? Ona da hayır! Altyapıya önem verdi mi? Kısmen! Tesisleşme gibi faaliyetlerde bulundu mu? Avantaj olarak sayılamayacak 6200 kişilik bir "saha" yaptı.

Şimdiye kadar pek bir fark yok. Demek ki yapmadıklarına bakmamız lazım. Bucaspor ne yapmadı? Öncelikle geçen sezonun şampiyon kadrosunu bozmadı. Milyarlık eşekleri takıma toparlayıp takım içinde dengesizlik yaratmadı. Don değiştirir gibi hoca değiştirmedi. Taraftarı düşman bellemedi. Kısacası hata yapmadı. Her yanlışın bir doğruyu götürdüğü ortamda belki çok fazla doğru iş yapmadı ama kendini, diğer İzmir kulüplerinin yıllardır inatla yaptığı yanlışlardan sakınmayı iyi bildi. O zaman bu başarıya da tesadüf diyemeyiz. Dersek ayıp ederiz.

Görünen o ki, "İzmir'in Süper Lig Hasreti" bu sezonun sonunda bitiyor. Kaderin cilvesine bakın ki İzmirliler'den çok futbol romantiklerini sevindirecek şekilde yaşanacak bu kavuşma. Artık sağda solda, ya koskoca İzmir'in bir takımı olmaz mı ligde lakırdısını duymayacağız belki ama İzmir sevinçten sokaklara da dökülmeyecek. Kısacası, Karşıyaka veya Göztepe çıksa yaşanacak cümbüşün belki de onda biri bile yaşanmayacak ama İzmir'in Süper Lig'de takımı olacak. Ne güzel değil mi? Bravo Karşıyaka! Bravo Göztepe!

4 Nisan 2010


Bugünden itibaren 'belirsiz' aralıklarla, yaklaşan 2010 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nın nabzını tutacağım. Şampiyonaya bu kadar az kalmışken farkındalığın pek de yeterli seviyede olmadığını düşünüyorum. Kendi çapımda bu boşluğu doldurmaya çalışacağım.

Geçtiğimiz hafta şampiyona için önemli gelişmeler yaşandı. '150 Days To Go' kapsamında, 'Dev Buluşma' kampanyasının lansmanı yapıldı. Türkiye Spor Yazarları Derneği'nde yapılan basın toplantısında, kampanya için hazırlanan afişler ve reklam filmleri büyük beğeniyle karşılandı. Basın tarafından sadece üç soru sorulması, şampiyonaya bir yıl kala yapılan ve organizasyon komitesinin soru yağmuruna tutulduğu son toplantıdan beri önemli yol kat edildiğinin ve kafalardaki soru işaretlerinin önemli ölçüde yok olduğunun göstergesi gibiydi.

Aynı gün web sitesinin 3. ve son versiyonu da yayına başladı. Önceki versiyona göre görünüş olarak daha şık, içerik açısından da daha doyurucu bir siteyle karşı karşıyayız. İlerleyen günlerde ufak tefek eksikliklerin ve düzeltmelerin de tamamlanmasıyla "oldu bu" kıvamını yakalayacağız gibi görünüyor.

Öte yandan bir de kötü haber aldık. Malum, LeBron James kendi ağzından Türkiye'ye gelmeyebileceğini açıkladı. Haberi daha da kötü hale getiren ise gelmeyecekler listesine kontrat sezonunda olan Dwyane Wade, Chris Bosh ve Amare Stoudemire'ın da eklenme ihtimali. Çünkü bu oyuncuların gelmemeleri değil, gelememeleri söz konusu. Şöyle bir durum var: Sigorta şirketleri bir kontrata sahip olmayan oyuncuları sigortalamaya yanaşmıyorlar. Bu yüzden Amerika kadrosunun kampa gireceği tarihe (temmuz başı) kadar, bir takımla anlaşma imzalamamış oyuncuların isteseler bile şampiyonaya katılmaları çok zor. Hele ki LeBron James'in gideceği takıma karar vermeden önce o takımın diğer transferlerini bekleyeceğini düşünürsek gerçekten Türkiye'ye gelme ihtimali en düşük olan o. Kısacası, içinde benim de bulunduğum, LeBron'u dört gözle bekleyenler güruhunun çok da umutlanmaması gerekiyor.

1 Nisan 2010

AVEA sponsorluğunda Fenerbahçe - Kayserispor maçına üç adet Türk Telekom Tribünü bileti veriyoruz. İlk bileti kazanan belli oldu. Geriye kaldı iki tane. Onlar için de soru aşağıda.


2. Soru
2010 FIBA Dünya Şampiyonası'nın bugün tanıtımı yapılan Giant Get-Together (Dev Buluşma) adlı reklam kampanyasında rol alan basketbolculardan yedisinin ismi nedir? Hepsini yazmanıza gerek yok. 7 tane isim yeterli.


İlk cevap veren iki kişi biletlerin sahibi olacak. Cevapları, yorum olarak iletişim bilgilerinizi paylaşmadan gönderiniz.


Kazananlar erkan ve memduh95 oldu. Kendilerini de tebrik ediyor ve iletişim bilgilerini rica ediyoruz.

AVEA sponsorluğunda Fenerbahçe - Kayserispor maçına üç adet Türk Telekom Tribünü bileti veriyoruz. İlk bilet için soru aşağıda. En hızlı cevaplayan, biletin sahibi olacak. Akşam iki bilet daha vereceğiz. Gün içinde blogu yoklamanızı öneririz.

Soru:
1979'dan beri Ivy League (sarmaşık ligi) okulları NCAA'de son 16'ya kalmayı başaramıyordu. Bu sene hangi okul bu geleneği kırarak adını son 16'ya yazdırdı?

Cevapları, iletişim bilgilerinizi paylaşmadan yorum olarak gönderiniz.

Bileti Mert Erarslan kazanmıştır. Kendisini tebrik ediyor ve iletişim bilgilerini rica ediyoruz.


Dün öglen saatlerinde, kulübümüzün düzenlediği toplantıyla Fenerbahçe Acıbadem'in sezonu namağlup bitirmesinden, İndesit Şampiyonlar Liginde Final Four'a kalmasından, başarının şampiyonlukla taçlandırılmasından bahsedildi. Fakat çok önemli bir konu es mi geçildi, yoksa organizasyon konusunda kulübümüz yeterli özeni göstermedi mi takdiri size bırakıyorum. Bayan voleybol takımı tarihimizde belki de başka branşlarda hayal olan bir başarıya imza atmaya odaklanmışken bizler bu başarıya şahit olamayacağız gibi gözüküyor. Neden mi? Final Four'un ilk maçı olan Cannes maçı cumartesi yerel saat ile 16.00'da, ülkemizde 17.00'de. Burada bir sıkıntı yok. Bu maç kaybelirse de bir problem olmayacak. Buraya kadar her şey yolunda fakat toplantıda verilen diğer bir mesajda takımın ilk maçı kazanmasının sürpriz olmadığı, hatta favori olduğumuz dile getirildi. Problem de tam burada başlıyor işte. Nasıl mı? O zaman maçı kazandığımızı düşünerek başlayalım ve finale kaldık diyelim. Final maçı, Pazar yerel saat ile 17:30'da. Yani Türkiye'de 18:30'da. Saat 19:00'da da Kayserispor maçı olduğuna göre, Fenerbahçe seyircisi yapılan hatalı organizasyon yüzünden iki maçtan birini seçmek zorunda bırakılıcak. Şu an sorumlusunun kim olduğunu bilmiyoruz. Bu yüzden yönetimi de direk suçlamak istemiyorum ama Futbol Federasyonu'yla konuşulmadığını, Kayserispor maçının pazartesi ya da cumartesi oynanması konusunda bir teklif yapılmadığını açıklarlarsa yönetim bunun hesabını taraftara zor verir. Diğer bir yandan yönetimimiz girişimde bulunup da Federasyon, değerlendirmesini bu yönde yaptıysa da Fenerbahçe kulübüne ve seyircisine yapılmış bir haksızlık var demektir. Bunun da hesabını taraftar federasyona sorar.

İki büyük organizasyonun birlikte yürütülüp de seyircilerin izlemesine mani olunmayabileceğinin en açık örneğine bu hafta şahit olduk. Barcelona ve Real Madrid, Euroleague play off maçlarını salı ve perşembe oynarken Barcelona futbol takımı Şampiyonlar Ligi'nde çarşamba oynadı. Tesadüfen gelişmemiş bir olay olduğu aşikar. Adamlar Avrupa'nın 1. ve 2. sıradaki spor organizasyonlarını çakıştırmıyor. Sen tarihinde ilk defa ulaşabileceğin başarıyı organize edemiyorsun. Demek ki sen onlar kadar çalışmıyorsun ya da beceremiyorsun.

Acil olarak yönetimizden ya da federasyon tarafından bir açıklama yapılmalıdır. Sorumlularına da en ağır şekilde tavır konulmalıdır.

 
Meşale Kokusu